15 Nisan 2013 Pazartesi


SELEFİYYE-SELEFİLİK

 

Daha çok bir Kelam ilmi terimi olarak kullanılan bu kelime, Selef'in mezhebi ve görüşü anlamına gelir. Akaid konu ve meselelerinde nass (Kur'an-ı Kerim ve Hadis) da varid olan hususları müteşabih olanlar da dahil olmak üzere, olduğu gibi kabul edip, teşbih ve tecsime (benzetme ve cisimlendirme) düşmemekle birlikte, te'vile (yoruma) de başvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya selefiyye denmiştir. Bunlar, Hz. Peygamber ile Sahabenin akaid (inanç) hususlarında takib ettikleri yolu olduğu gibi izleyenler diye bilinir.

Tâbiîn mezhep imamları, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selefiyye içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyılda Eş'arî ve Maturidî tarafından Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaşamış olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selefin görüşlerini paylaşmışlardır.

Selefiyye, ayrıca, bir görüş (mezhep) halinde hicri IV. yüzyılda ortaya çıkmış ve Hanbelî mezhebi mensupları tarafından ortaya atılıp savunulmuş bir görüşü de ifade eden bir terimdir. Bu anlamıyla Selefiyye mezhebi, Selefin akidesini canlandırmayı hedef edinir. Söz konusu mezhep VII. hicrî asırda kuvvetlenmiş, özellikle İbn Teymiye tarafından bu mezhebe yeni fikirler ilave edilmiştir.

Selefiyye, metod olarak nakle ve nassa kesin olarak bağlılığı kendilerine gaye edinmişler, tartışmayı gerektirecek ve çözümü zor olan mesele ve konular ile uğraşmamışlardır. Âyetlerde ve Sünnette bulunan her şeye, meselâ; habere ait sıfatlara ve müteşabihat dahil tartışma götürebilecek konulara teslimiyetle iman etmişlerdir; teşbihten kaçındıkları gibi te'vile (yorum)'de gitmemişlerdir.

Selefiyye, İslâm'a, Yunan düşüncesinin tesiriyle sonradan sokulduğunu kabul ettikleri mantık akıl metodlarını, Sahabe ve Tâbiînin bunları bilmediğini ve kullanmadığını ileri sürerek benimsemezler. Bu sebeple, Mutezile mezhebi ve diğer mezheplerin aksine, mantıkî münakaşa (cedel) ve akıl yürütme metodunu kullanmayıp; akidenin esaslarını sadece Kitap (Kur'an) ve Sünnetten hareketle tesbit ve tayin etmenin gerekliliğini savunmuşlardır. Yani, inanç esaslarının kaynağı nass'lar olduğu gibi; bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bu sebeple Selef mezhebi, Kur'an ve Sünnette yani nass'ta Allah'ın sıfatları ve fiilleri ile ilgili hususları, mecazi manasına bakmaksızın, olduğu gibi kabul ederler; onları te'vil ve yoruma gerek duymazlar.

Selefiyye, sadece kendilerinin takib ettikleri yolun Kur'an yolu ve metodu olduğunu kabul eder. Onlara göre Kur'an'da İslâm dinine ve Allah'ın yoluna davetin metodu gösterilmiştir:" Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla, en güzel tarz hangisi ise onunla mücadele et" (en-Nahl, 16/125).

Görüldüğü gibi, âyette, irşad için; hikmet, güzel öğüt ve cedel olmak üzere üç derece bulunmaktadır. Hikmet; düşüncede ve fiilde hakikate ulaşmak demek olup, hakkı arayan iyi niyetli kimselere uygulanır. Doğruyu kabul eden, fakat nefsinin arzularına uyanlara güzel nasihat ve bunların hiç birine sahip olmayanlara ise, durumuna göre cedel metodu uygulanacaktır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi (Giriş), İstanbul 1987, s. 87 vd.).

Mu'tezile ekolünün akaid konularındaki aklî yorum ve izahlarına karşı çıkan ve özellikle nass'daki müteşabih (farklı anlayış ve yoruma müsait) ifadelerin te'viline şiddetle muhalefet eden Selef âlimlerinin akaid sistemlerini şu yedi temel prensip karakterize etmektedir:

1- Takdis: Cenab-ı Allah'ı şanına uygun düşmeyen şeylerden tenzih etmek.

2- Tasdik: Kur'an-ı Kerim ve hadislerde Allah'ın isim ve sıfatları hakkında nasıl bir ifade kullanılmış ve ne söylenmişse, onları olduğu gibi kabul etmek; yani, Allah'ı bizzat kendisinin ve peygamberinin tanıttığı gibi bilip tasdik etmek.

3- Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass'ta geçen müteşabih ifadeler konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda aczini kabul etmek.

4- Sükût (susmak): Yine nass'ta geçen müteşabih ifadeleri anlamayanların, bunlar hakkında soru sormayıp susmaları.

5- İmsak (uzak tutma): Müteşabih ifadeler üzerinde yorum ve te'vilden kendini alıkoymak.

6- Keff: Müteşabih olan hususlarla zihnen bile meşgul olmamak.

7- Ma'rifet ehlini teslim: Müteşabihe giren konuları bilmesi mümkün olan Hz. Peygamber, Sahabe, evliya ve mütehassıs âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, İstanbul 1339/1341, I, s. 98 v.d.; Neşet Çağatay - İ. Agah Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s. 191).

Dördüncü hicrî yüzyıldan sonra Selef inancını özellikle Hanbelî mezhebine bağlı olan ulema devam ettirmiştir. Selefiyenin müteahhirinini yani sonraki dönem temsilcilerini İbn Teymiye (751/1350), İbnül-Vezir (840/1436) ve Şevkânî (1250/1834) gibi alimler teşkil eder.

Son derece muhafazakâr bir özellik gösteren Selef akidesi, halk tabakası (avam) için en sade ve güvenilir bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak çeşitli felsefe ve kültürleri tanımış olanlar için, Selefin bu metodu yeterli görülmemiş; bunlar için Ehl-i Sünnet kelamcılarının metodu daha uygun bir yol olarak gösterilmiştir.

Selefiyye mezhebi müstakil ve birlikli bir mezheptir. Ancak, konu ve meseleleri kısa (icmali) ve geniş, teferruatla ele almaları bakımından iki kısma ayrılabilir. Önceki, yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye, icmal ile yetindikleri halde; daha sonraki (Müteahhirûn) Selefiye, tafsile önem vermiştir. Selefiye mezhebine dair ilk bilinen eser İmam Ebu Hanife'nin Fıkh-ı Ekber'idir. Tafsile itina edenlerin başında İbn Teymiye bulunur. Selefiye mezhebine mensup olanların hepsi Ehl-i Sünnettendir (İsmail Hakkı İzmirli, a.g.e., I, s. 105 v.d.).

Selefiyyenin tarihsel sürecte gelişimi önemli üç alim eliyle olmuştur.Bu hareketin tarih boyunca ve günümüzde halen en önemli muhalifleri Mu’tezili kelamcılar ve Şia’nın bütün fırkaları olmuştur.

İMAM AHMED b. HANBEL

 

Müceddid-i İslam İmam-ı Ahmed b.Hanabel  Serahs valisi Muhammed b. Hanbel'in oğludur, (164 H) 780 de Bağdad'da doğmuş,beş yaşında Kur’an’ı hıfzetmiş, tahsil için Küfe, Basra; Medine ve Mekke'ye gitmiş, hadis araştırmaları 'için Horasan Mağrib ve Yemen taraflarını dolaşmıştır. Bağdad'da İmam-ı Şafii'nin yanında uzun müddet kalmış, ondan ve İmam-ı Ebu Yusuf’tan fıkıh dersi almıştır. İmam-ı Ebu Yusuf'un ölümünden ve İmam-ı Şafii'nin Mısıra gitmesinden Sonra Bağdat'da Ahmed’ten fakih ve salih adam kalmadığını bizzat Şafii söylemiştir. İmam Ahmed Mu’tezile'ye Cehmiyye'ye ve Mürcie'ye Şiia’ya ve diğer sapık fırkalara karşı

şiddetle mukabele etmiştir. Halife Me’mun devrinde şöhreti her tarafa yayıldı. Kendisine Kur'an’ın mahluk olduğu akidesinin kabulü teklif edildi, bunu reddetti, "mihne"

tabir edilen bu devir, kelâm ehlinin siyasi iktidarı ele geçirmesiyle başlamış ve iktidarda kaldıkları müddetçe, tamamiyle felsefeye dayanan akidelerini,

Kur'an ve hadise dayanan İslam akaidine hakim kılmak gayesini

gütmüşlerdir. Bu gayeyi tahakkuk ettirebilmek için, İslam akaidinin

müdafasını üzerlerine almış olan hadisçilere karşı, şiddetli bir mücadele kampanyası

açmışlar, hapis, kırbaç ve ölüm tehditleriyle en ağır işkenceleri onlara

reva görmü şlerdir.(Münakaşalar_ Talat KOÇYİĞİT DİB Yayınları)  Me’mun, imamı cezalandırmak için Ordugahına getirtmiş ancak  imama ilişemeden ölmüştür.Bunun üzerine Yeni halife Mu’tasım İmam Ahmed’i zincirleterek huzuruna getirtmiş ve orada üç gün boyunca Mutezile imamları tarafından sözde imtihana çekilmiş ancak imam Ahmed bunların iddialarını çürütünce işi zulme dökmüşler ve    . Nihayet imtihanların üçüncü günü Halife, her çe şit tehdit

ve temennilerin yine faydasız kaldığını görünce, adamlarına Ahmed ibn.

Hanbel'in kırbaçlanması emrini vermiştir. Kırbaçlanma olayı, İbn Hanbel’in

tercumesi ile ilgili kaynaklarda mufassal olarak anlat ılmıştır Biz şu kadarına

işaret edelim ki, bu olay, Halife ve adamlarının gözü önünde cereyan

etmiş , her iki kırbaç vuruluşunda, vurucu de ğiştiği gibi, Halife de bu aradan

istifade ederek Kur'an hakkında bilinen suali sormuş, fakat Ahmed'ten arzu

ettiği cevabı alamamıştır. Bunun üzerine adamlarına işaretle yeniden

kırbaca başlamalarını emretmiştir. Bu olay, Ahmed İbn, Hanbel bayılıncaya

kadar devam etmiş, vücudunda açılan yaraların tedavisinden sonra zulum devam etmiştir. Öyle ki bağrsaklarının dışarı çıkacağı kadar ağır işkenceye uğratılmıştır.Bu halde dahi Müslümanlara örnek olmuş cuma ezanı okununca gardiyanı çağırmış ve namaza çıkmak isteğini bildirmiştir. Kendisi namaza çıkarılmamıştır. (Münakaşalar_       Talat KOÇYİĞİT DİB Yayınları)   Mu’tasım  onu iki yıldan fazla hapsetti.Ancak halkın saray etrafında toplanıp homurtuların yükselmesiyle Mu’tasım bir isyandan korkarak Hicri 219 da imamı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. İmam Ahmed sürgüne gönderilerek ve ilmi faaliyetleri kısıtlanarak serbest bırakılmıştır Baskılar gevşedi ancak bu durumdan memnun olmayan mu’tezililer halife vasık döneminde telkinlerinin sonucunu aldılar ve Hadisçilere yönelik zulum tekrar başladı .Ahmed İbn Hanbel, el-Vasık tarafından imtihan edilenler arasında

mevcut değildir. Halife, ya onun zor kar şısındaki sabrını bildiği, yahutta

el-Mu’tasım’dan sonra ikinci defa onun i şkenceye maruz bırakılması halinde,

halkın buna rıza göstermiyeceğini düşündüğü için onu imtihana çekmemiş

olacaktır. Bununla beraber ona haber göndermiş ve "kendisinin bulunduğu

arzda oturmamas ını" emretmiştir. Bu sebebledir ki Ahmed, el-Vasık'ın

hayatta kaldığı müddetçe gizlenmiş ve ancak ölümünden sonra evine dönmüştür. (Münakaşalar_ Talat KOÇYİĞİT DİB Yayınları)

                                                                       ..« KUR’AN’DAN ŞÜPHEYE DÜŞTÜKLERİ HUSUSLARDA ZINDIKLARA VE CEHMİYE’YE REDDİYE

 » adlı bir eser yazarak  bu meselelere cevap vermiştir.             Daha sonraları Halife Vasık zamanında serbest kaldı, Mütevekkil ise onu kendisine müşavir edindi. Devir, akliyecilikten nasçılığa geçti,”ve bu dönem fikir hareketlerine, kelamcılığa, ve bilhassa mu’tezileye karşı şiddetle hareket edilmesine sebeb oldu.”Tarzındaki iftiralar Mu’tezile tarafından yüzyıllar boyunca yayılmaya çalışılmıştır. O mu’tezile gibi siyasal iktidar yoluyla onlarla mücadele etmemiş ve fikri olarak onları mağlup etmiştir.Mu’tezile nin meşhurlarından olan Ebul Hasen el Eş’ari İmam Ahmed’le yaptığı münazaradan sonra tövbe etmiştir.İmam hayatı boyunca bid’atçı olduğu bilinen hiç kimseyle ne konuşmuş ne de ders halkasına almıştır.Davud ez-Zahiri’de aynı nedenle kendisiyle görüşememiştir.

(241 H.) 859 tarihinde 77 yaşında Bağdad’da ahrete intikal etmiştir.. İbn-i Halegan, öldüğü gün Hırisıiyan, Yahudi ve Mecusilerden 20.000 kişiin-in Müslüman olduğunu ve cenazesinde 80.000 erkek ve bir o kadar kadının hazır bulunduğunu kaydeder. En meşhur eseri «Müsned» dir.Bu eserde 35.000 hadis cem etmiştir. Hadis ilminin büyük

imamlarından sayılır. Pek çok kimseler ondan hadis rivayet etmişlerdir. Buhari, Muslim ve Begaviı onun çıraklarındandır. Hadise, tarihe ve kelama dair eserleri vardır. Ameld’e başlı başına i,bir mezheb güderdi, bir çok kimseler onun yolunda yürümüşlerdir. Akaid de Kur'an yolunda ve

Selef mezhebinde yürüdüğü halde Selef yolunu daha sistemleştirmiştir.Bu bakımdan amelde olduğu kadar itikatta da Hanbeli’liğin imamı sayılmıştır,

Yörükan’ın “Ahmed b. Hanbel fikir hürriyetini kabul etmiyen bir adamdl, rey ve içtihat sahiplerine taan eder ve Kur'an ayetlerini tevil edenleri tekfir ederdi. Mütevkkil'den sonra onun bu mezhebi bir müddet hükmünü sürdü, fakat Abbasi devletinin medeniyette gerilemesine ve tedricen kuvvetten

düşmesine yol açtı, akidesi ve fıkhı çölde yaşayanlar ve bedeviler arasında kaldı. Selef mezhebinin daha münevver ve genişletici yolu ve Ebu Hanife akidesi daha ziyade revaç buldu;” iddialarına gelince…

İmam Ahmed Selefin en önemli ve Ehli Sünnetin kalesi olarak vasıflandırılmış çok önemli bir şahsiyettir.Fikir özgürlüğünden neyin kastedildiğini bilemiyorum.Ancak bu cümlelerde ki kin ve nefreti fark etmemek mümkün değildir. Bunun sebebi kendisinin Mu’tezile itikadına sahip olması ve İmamın bu gün bile kendisinin kabrinden takipçilerinin ise şahsen bu kişilere gereken cevapları vermesinde saklıdır.İmam İslam dinini tahrife yönelik ve fikir hürriyeti kisvesi altında seyreden tüm zararlı fikirlere asla geçit vermemiş, bunu yaparken Mu’tezilenin kendisine karşı yaptığı gibi asla şiddet işkence ve baskı uygulamamıştır. Şiar edindiği üzere KİTAP VE SÜNNETten delilleriyle zararlı telakki ettiği fikirleri çürütmüştür.Selefi düşünceyi ekonomik, imari ve siyasal olarak gerilemenin müsebbibi olarak göstermeye çalışması ancak kendi iç dünyasında Yunan medeniyetinin günümüz temsilcisi olan Hristiyan batının etkisinde ne kadar çok kaldığının açık bir göstergesidir diye düşünüyorum.Hanefi mezhebinin yaygınlaşma nedeni olarak biraz tarih okuyan herkes Abbasi devletinin bu mezhebi devletin  resmi mezhabi yapmaları ve bunu halka dayatmaları olduğunu bilir.Arkasından aynı süreç Osmanlı İmparatorluğu ile devam etmiştir.

Moğolların istilasını ve tarikatların yayılmasını bile Hanbeli’liğe mal etmek  artık düşmanlığın bu kadarına da pes dedirtecek bir haleti ruhiyeyi işaret etmektedir..

 

ŞEYHU-L İSLAM İBN-İ TEYMİYYE

 

1.Müceddid-i İslam Şeyhu-l İslam Takiyyüddin Ahmed İbn-i Teymiyye, bir çok alim yetiştirmiş bir sülalenin evladıdır, babası Abdulhali Hanbeli imamlarından, anneleri, halaları alim kadınlardandı. Soyadının, bunlara, ilimde şöhret kazanmış olan Teymiyye adındaki büyük annelerinden geldiğini söyleyenler vardır.

(661 H.) 1262 de Harran'da doğmuştur. Moğolların tazyiki üzerine ailesiyle Harran'dan Şam'a göç ettiği zaman beş yaşında idi; babasından, hanefi, hanbeli ve şafii alimlerinden ders almıştır.

Hayatında 200 kişiden ders aldığı rivayet ediliyor. Şüphesiz bu hocaların çoğu hadis ravisidirler. 15 yaşında va'zetmeğe, 17 yaşında eser yazmağa başlamıştır, 21,. yaşında ilim ve mubahase meclislerindetemayüz etmiş ve o günlerden itibaren şahsiyeti etrafında taraftar ve aleyhtar gurupların teşekkülüne sebeb olmuş, bu yüzden de defalarla hapse girmiştir. Fikrini pervasız söyler ve maruf- u emirden çekinmezdi. Onun yetiştiği devirde kelamcılar. mantık ve felsefeyi, dini esasları müdafaada esas tutmuşlar ve akliyeciliğe önem vermişlerdi. Batiniler her tarafta davetlerini artırmış, Şiiler Moğollara dayanarak kuvvetlenmişler, eserler yazarak nüfuz kazanmışlardı. Durumdan faydalanan sofiler tarikatlar kuruyor ve halkı istismar ediyorlardı. İşte bu sıralarda İbn-i Teymiye yetişti, Ahmed b. Hanbel'in yolunu tuttu, selef yolunu savundu, kelam sistemine hücum etti, tasavvufu reddetti, Batiniliği ilhat ve Şiiliği dalalet saydı ve' Ahmed b. Hanbel' in yolunıu yeniledi.

 

 İbn-i Teymiyye bunlarla mücadeleye başladı;«Hikem-i Ataiyye» sahibinin etrafında toplanan tarikatçıların çoğu, tarikatçılığı terk ettiler. Rufailer, İbn-i Teymiyye'nin aleyhinde tahrikte devam ediyyorlardı.

 Kendisini fukahadan çekemeyenler de çoğaldı. Her zaman olduğu gibi din tacirleri kendilerini dindar, hakiki alimleri ve fikir adamlarını sapık göstermek ve cahilleri istismar etmek için harekete geçtiier, Baybars'ı onun aleyhine kazandılar, bu sebeple Şam'da yapılan muhakeme ve mubahaselerle iktifa edilmedi, İbn-i Teymiyye Kahire'ye getirildi, hapsedildi, Şam'a gönderildi, yine hapsedildi , ve (728 H.) 1327 de 67 yaşındayken hapiste ahrete intikal etti.

İbn-i Teymiyye bir çok eserler bıraktı. İbn-i Kayyim ,İbn-i Kesir ve Zehebi gibi büyük alimler yetiştirdi.

Eserlerini müsveddesiz yazdığı için yazdıklarının bir çok yerlerinde tekrarlar vardır. Talebeleri bu eserleri çoğaltarak yaydılar. Bunlardan «(Minhacüs-Sünne» adlı eseri Mu’tezile ve Cehmiyye'yi ve bilhassa Şiileri red için yazmıştır. Bu eser onun dinlere ve mezheplere olan derin vukufunu gösterdiği gibi “Beyanu mevafıkhun sarihu makul  el sarihul makul”(Sarih akılla,sahih naklin uyuşması) adlı eseri de kelamcılara karşı yazılmıştır, onun İslama sokulan felsefi cereyana olan nüfuzunu göstermektedir. Nitekim “Erreddu ala akaidul felasife” adlı eserini de filozoflarıve mutasavvfları red için yazmıştır. Bu mevzuda yazılmış birçok eseri daha vardır.

 

 

2.İbn-i Teymiyye, fıkıhta müçtehit ve itikatta da imamdır. Hanbeli olduğu halde ahkam ve furu'da bu mezhebe muhalif fetvaları vardır. Talebesinden İbn-i Kayyım'ın yolu da budur, her ikisi zamanın ihtiyacına ve masIahat icabına göre fetva verilmesinin lüzumuna kani idiler. Hükümlerinde, imamların içtihadına ve nakillerine değil, birinci derecede delillere dayanırlardı.İcabında Hanefi veya Şafii ve Maliki usulüne göre hüküm verir ve bazan kendi kanaatlerine göre yeni içtihatlarda bulunurlardı.”Subutu kati olan” sözü mu’tezilenindir.Onlar”Kur’anın subutu kat’i.Delalet ettiği mana kat’i değildir”diyerek kendi hevalarından bir kaide ihdas etmişler.Bununla ayetleri istedikleri gibi te’vil etme amacını gütmüşlerdir.Allah ise “Al-i İmran 3/7” ayeti ile bu arzularda olanları kalblerinde eğrilik olanlar “diye vasıflandırmıştır.İbn-i Teymiyye'ye göre delil, Kur’an ve Sahih sünnettir. İcma, Kur'an ve hadise dayanırsa muteberdir. Dört mezhep müçtehitleri bir maddede ittifak etseler de bu,

icma sayılmaz, bunların icmalarına ve her birinin içtihadına muhalefet caizdir. Herhangi bir müçtehidin bir meseledeki içtihadının delili bilinmedikçe onu taklit doğru değildir. Çünkü insanlar Kur'an'ı ve bütün hadisleri ihata etmiş değillerdir. Ebu bekir ile Ömer Peygamberin daima yanında bulundukları halde, bazan sonradan muttali oldukları delile binaen içtihatlarından dönmüşlerdi.

Bu hal diğer müctehidler için de böyledir. Binaenaleyh asıl dayanak nasdır.

İbn-i Teymiyye, akaid hususunda da İbn-i Hanbel'e mezhep gayretiyle bağlı değildir; selef yolunu müdafaa ettiği halde seleften ve İmam Ahmed’ten ayrıldığı yerler vardir. Allah'ın zatına - ve sıfatlarına dair ayetleri ve sarih hadisleri zahir manalarıyla alır ve müdafaa ederdi, temsile gitmezdi, sahih olan tevili kabul ederdi. Ona göre tevil bir şeyi aslına irca etmek, demek olduğundan, bir kelimenin kullanılıştaki manasını, kelime cezrinin vazedildiği hakiki manaya.götürmektir.Yoksa zannedildiği gibi akıl ile bağdaştırmak arzusuyla münasip bir mana arayarak,mecaza veya iltizami manaya gitmek demek değildir. O, akıl ile nakli iki ayrı kuvvet veya birbirine zıt şeyler gibi almaz. Akıl, delildir, fakat şer'in içindedir, naklin karşısına konulamaz; böyle bir şey şeriatin gayri akli olduğunu iddia etmek olur. «(Doğru aklın, sarih nakle uygunluğunu beyan» adlı eserini bu kanaatini savunmak için yazmıştır. Eserinde, Kadı Ebu bekir-i Baklani'den berisöylenen, makli delillerle akli deliller taaruz edince akıl tercih olunur; nakil tevil olunur» sözünü Fahreddin-i Razi'nin ve tabilerinin bir külli kanun haline soktuklarını, bazılarının da sem’i delilleryakın ifade etmez» davasını bir kaide olarak buna eklediklerini ele alarak böyle bir zanna kapılmaya mahal olmadığını savunur. Bu esastan hareketle İbn-i Teymiyye, İslam tarihinde yeni bir çığır açmış ve sem’i delillerin yakın ifade etmekte daha kuvvetli bulunduğunu bu esasa dayanarak izah etmiştir. Eğer akıl bir dini hükmü idrak etmezse, kusur hükmün değil aklındır, binaenaleyh esas, din ve nakildir, akıl idrak ve tasdik edicidir. Bu ise aklın nakle veya naklin akla tercihi meselesi değildir, zira böyle bir dava akıl ile naklin muaraza halinde olduğunu kabul etmektir. Buna ise

hiçbir sebep yoktur. çünkü nakil, akıllı sözüdür ve akıllıya söylenir. Diğer tabir ile nakil akıl içindir,akılsız nakil olamaz. Yani, menşe ve gaye itibariyla kaynak aynıdır. Bunlardan birini çürütmek diğerini çürütmektir. Bundan başka insanlarda akıl farklılıkları vardır. Keza insanın bugünkü aklı ileyarınki aklı da birbirine uymaz; Bu ise işlerde kargaşalık ve düzensizlik doğurur. Nakil isedaima birleştiricidir. Menşeini akıldan aldığı halde sabit bir hakikattir. Binaenaleyh tercih edilmek vasfı naklindir. Bunun için İbn-i Teymiyye, bütün eserlerinde kitap ve sünnetin yeterliğini ispata gayret etmiş ve bunun haricindeki fikir hareketlerini bid'at ve peygamber zamanında va’z edilen esaslara ve hükümlere bir şey ilave etmeyi, cinayet saymıştır.

 

İbn-i Teymiyye akıl ile naklin uygunluğu esasına dayanarak nakli kuvvetli bulduğu için

mantık ve felsefeye karşılık olan kelam ilmini reddeder. Fikrince, bu gibi fikriyat ile uğraşanların kalbinde rusuh ve itminan olmaz, Mu’tezile kelamına dayanarak selef yolunu kuvvetlendirmeyeçalışan Eş'ari, birçok yerlerde afalladığı gibi, felsefi kelam sistemini güden Gazali ve Razi, vicdani kanaatlarını huzura kavuşturamamışlardır. Bu huzursuzluk başka yolların aranmasına sebep olmuş, bu yüzden de tasavvuf yolunun revacı artmıştır. Tasavvuf ise tamamen indidir ve menşe itibariyle islami olmıyan bir tefekkür tarzıdır. Bunlar tevhid akidesini sarsacak kadar ileri gitmişler;akıl ve nakil mebdelerinden başka bir delile, mükaşefe usulüne sapmışlardır ; mükaşefeeğer sahih ise ancak sahibine delil olur, ilim mevzuu olamaz. Kaldı ki bu, şahıslara göre değişirve akidelerde karışıklığı mucib olur

 

 

 

3•İbn-i Teymiyye'nin nakli esas alan bu sistemi onu, tevhidin yalnız imandan ibaret olmayıp amelle beraber olduğu neticesine götürmüştür. Ona göre tevhid Allah'ın varlığına ve birliğine

imandan ibaret değildir. Mekke müşrikleri de yeri, göğü yaratan bir Allah'ın varlığını kabul ederlerdi, fakat bir takım vesileler ittihaz ederler ve ibadetlerini aracılarla yaparlardı. Müslümanlıiğıntevhidi, ibadetleri doğrudan doğruya Allah'a yapmak, mabudun birliğini tanımaktır. Binaenaleyh Peygamber'in bildirdiği ve fiilen tatbik ettiği veçhile ameller ve ibadetlerle Allah'ı tevhid etmek lazımdır. Bu ise duayı Allah'a yapmak, şefaati ondan istemek ve vesile ittihaz etmemekle olur.

Zira hidayet Allah'tandır, Peygamber şahit ve tebliğ edicidir. Allah'a has olan şeyleri Peygambere,Peygamber'in kabrine ve diğer kabirlere teşmil etmek şirkten başka bir şey olamaz.

 

İbn-i Kayyim-i Cevzi, hocasının bu esasına dayanarak tevhid iki türlüdür, diyor: Biri tevhi!d-i marifet ve ispattır ki Allah'ın birliğine imandır; diğeri tevhid fi't-taleb ve'l-kasd'dır ki bu da bütün ibadetleri Allah'a tahsis etmek ve bunları fiilen vücuda getirmektir. Allah'ın zatını, sıfatlarını,isimlerini, kelamını, kaza ve kaderini, kudret ve iradesini, hikmetini ikrar ederek iman etmek birinci tevhide ;yani tevhi!d-i marifet ve ispat’a girer .Allah'tan başkasına ibadet etmemek, gizli ve aşikar şirkten sakınmak ve ibadetleri ve dini emirleri yerine getirmek ise ikinci tevhide yani tevhid fi't-taleb ve'l-kasd’a  girer. Tevhidin bu anlayışına dayanarak o, türbeleri, kahinleri, ölüleri vesile ittihaz etmemek, imam-ı masum veya kaim(şia’nın mehdi’si) veya mürşid-i kamil  fikirlerini reddetmek, asıllarını va’z ile bu tevhidi yerine getirenler için Allah'ın ikramda' bulunacağını ve onları cezalandırıp mükafatlandıracağını söyler

 

 

4• Bu asıllardan hareketle bir takımkutupların, gavsların ve abdalların' bulunduğunu kabul ile onların tasarruf sahibi olduğuna inanmanın açıkça şirk olduğu neticesine varır. Bir insan anasının, babasının, hocasının ve büyüklerininkabrini hürmeten ve onlar için Allaha dua maksadıyla ziyaret edebilir, ama ölüden feyz almak ve ondan istiane/yardım istemek maksadıyla yapılan ziyaretin mahiyeti değişir. Bu sebeple de peygamberlerin ve velilerin kabirlerini ziyaret niyeti ile sefer/yolculuk yasaktır. Kabirler üzerine kubbe yapmak ve mescid yapmak, mescit içine kabir 0ymak ve onlara niyaz etmek, Hızır’ın ve İlyas’ın sağ olduğunu kabul etmek, öldükten sonra herhangi bir zahidin tasarufunun ve tesirinin devamını kabul emtek,tevhid akidesine aykırıdır. Bunlar karnilen bid'attır. Bid'atın dereceleri şirkten dalalete kadar uzanır.

Ehli beyte sövmeK, eshabı seb/kötüleme-  etmek, birinci nevidendir.

Cuma namazına zuhr-u ahir  namazını eklemek tesbih çekmek ise ikİnci nevidendir.

İbn-i Teymiyyeden ve çıraklarından sonra ancak onun eserlerini bulup okumağa muvaffak olanlar onun yolundan gittiler. Bir çokları ve sofiler ile tarikatçılar ise aleyhine yürüdüler. Bu hücumlar onun eserlerini okuyup, tenkit etmek suretiyle yapılmadı, tahayyüli olarak, madem ki İbn-i Teymiyye nakli esas alır ve Kur'anın zahiri manasından ayrılmayı kabul etmez ve Ahmedb. Hanbel'in yolunu güder, şu halde İbn-i Teymiyye de mücessime dendir, dediler. Ve Allahın mekanı, eli, ayağı vardır gibi akideleri ona nisbet ettiler. Nitekim allame Celaleddin-i-Devvani, «Akaid.,.i Adudiye Şerhin de, “er-rahman alel arş isteva”bahsinde İbn-i Teymiyye'yi mücessimeden Sayar.

 

 5; İbn-i Hacerel-Heytemi « Şemail Şerhinde, İbn-i Teymiyye Allaha cihetve cismiyet isbat etmek için bir çok deliller getirmiştir, diyor. İbn-i Batuta ise: Şam'da camiye gittim, İbn-i Teymiyye cuma günü va'z ediyordu: «Ben bu merdivenden nasıl bir basamak iniyorsam, Allah dünya semasına öyle indi “dediğini kayd eder.İbn-i Batuta bir seyyahtır.Onun sözü ancak coğrafya ve kültür ekoloji alanında itibar görür.Gelen haberler ibn-i Temiyenin” Ben bir insanım benim merdivenden inişim kul olaraktır, Allah ise kendi şanına yakışır şekilde dünya semasına iner.”demiştir.Allah bu mesnedsiz iftiralardan İbn Teymiye’yi _(rha)korumuş ve günümüzde takipçileri hızla çoğalmıştır.

 

6• Halbuki İbn-i Teymiyye'nin bütün eserleri bu sözleri yalanlar. «Minhac üs-Sünne'nin birinci cildinde sayfa 237 - 261 mücessimeyi ve müşebbiheyi redde dair uzun bir bahis yazmış ve ehli Sünnet'den Ahmed İbn-i Hanbel'den

böyle bir söz gösterilemez demiştir.Hatta bunlar Allah'ın dünyada görülemeyeceğinde müttefiktirler. Binaenaleyhbunlar kamilen iftiradır, demiştir? İbn-i Teymiyyeyi tasvip eden ve aleyhte bulunanbu iki fikir sürüp gitti..

 

MUHAMMED B.ABDULVEHHAB

Müceddid-i İslam Şeyhulislam Muhammed b.Abdulvehhab Necid bölgesinde Al-u Şeyh’ler olarak bilinen ilim ehli bir aileye mensuptur. Eş-Şeyhu'n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'ın (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düşünceleri çevresinde oluşan dinî, siyasî hareket. Harekete Vehhabilik adı karşıtlarınca yakıştırıldı. Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini İbn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Muhammed b. Abdulvahhabın yetiştiği sıralarda bazı Hanbeli alimler arasında onun yolunu güdenler vardı. Muhammed b.Abdulvehhab bunlardan ders almıştı. Necid halkının bu akidelere

intibak edeceğini sezdi, meselede çekicilik de vardı. Peygamber ve, dört halife devrine avdet,Selef mezhebine yapışmak, islamda samimi olan hemen herkesin istediği bir şeydi. Hareket memlekette çoğalan muhtelif mezheplerive muhitte yaşayan kabileleri birleştirici, şiiliği, tarikatları ve çapulculuğu kaldırıcı mahiyette

idi. Hanbeli mezhebini saf hale irca etmek, Kur'ana sarılmak ve hakiki tevhid dinini ihyaetmek davası ile İbn-i Abdulvahhab faaliyete geçti

Vehhabi hareketi selefe ve asr-ı saadete dönüş hareketi olarak  başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı. Arap yarımadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan'ın resmî mezhebi durumundadır.

Muhammed İbn Abdülvehhab'ın düşünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanışmasıyla (1744) siyasi bir hareket niteliği kazandı. İbn Abdülvehhab, Deriye'de düşüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düşüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânını kazanıyordu. Çünkü İbn Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helal olduğunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanın getirdiği ganimet olgusuyla yandaşlarını çoğaltıyor, gücünü artırıyordu. İbn Abdülvehhab'ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürüldû.19. yüzyılın başlarına gelindiğinde (1811) Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Haleb'ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.

Vehhabi hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden geri aldı (1812-13). Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz'in üzerine yürüdü. Emir Abdulaziz'in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Afi Paşa'nın kumandanı ibrahim paşa, Abdulaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderdi. Bunların İstanbul'da asılarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı.

Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başardı. Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı.

Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan.1. Dünya Savaşı'nın arkasından Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926). 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti. Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz'ı egemenliği altına altı. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir.

HAREKETİN DİN ANLAYIŞI

 

Muhammed bin Abdülvehhab'ın üzerinde önemle durduğu tevhid (Allah'ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır. İbn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah'ı bir tanımaktır. Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah'tan başka tapınılan şeyleri,öğrenip tanımadıkça bir anlam ifade etmez. Allah kalble, dille ve amellerle birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Tevhid konusunda Şeyhul İslam İbn Teymiyye medresesinin  tasnifini detaylandırmıştır.Tevhid üçe ayrılır. İlki, Allah'ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah'ı rablıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiyet).(Kitabu-t Tevhid-M.b.A.vehhab) Allah'ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnet'in dışında emir ve yasak tanımamak, Hz. Muhammed'in döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terkederek Allah'ı birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid de denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah'tan başkasından yardım dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür,eğet tövbe edip tevhide dönülmezse can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır.

Bu tevhid anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır. Bunlardan birisi, Hz. Muhammed'den şefaat talebinde bulunulamayacağıdır. Şefaat, Allah'a özel bir haktır. Bu nedenle Hz. Muhammed'den doğrudan şefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktır. Nitekim müşrikler de Allah'ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olmuşlardır. Şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir. Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır. Bir takım şeyhlerin, veli olarak telakki edilen kimselerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve aracı kılınmaktadırlar. Bu da açık bir şirktir. Çünkü Allah'ın yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, işleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur.

Selefiliğin en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karşısındaki tutumudur. İbn Abdülvehhab'a göre sahih sünette sabit olduğu üzere ,Kur'an ve Sünnet'te olmayan her şey bid'attır. Bir bid'at çıkaran mel'undur ve çıkardığı şey reddedilmelidir. Bid'atların çoğu insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Hz. Muhammed'in kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir. Şirke neden olmamaları için, dine aykırı mezar ziyaretleri , türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır. Ölülere niyaz, dua,tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Hz. Peygamber'in anısını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri yapmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmaktır. Mevllit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlid okumak, rabıte sünnetler ve Peygamber’in kıldığı isimli nafile namazlar dışındki  namazları (Evvabin,berat gecesi namazı v.s)kılmak yasaklanmalıdır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, taş vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayı gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmak, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyle şirke neden olan bid'atlardandır. Riya için namaz kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da küçük şirktir. Cami ve mescidlerin süslenmesi, duvarlarına sahabe isimleri yazılması da  terk edilmesi gereken bid'atlardır.

Vehhabi hareketini oluşturan selefi düşünceler, birçok çağdaş Müslüman düşünürü etkilemiş, onlara esin kaynağı olmuştur. Günümüzde ise, önemli ölçüde değişime uğramış biçimde, Suud Krallığının resmî görüşü olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.Bu hareket ayrı bir oluşum değil.Bilakis tarih boyunca İmam Ahnedb.Hanbel ve İbn Teymiyye medresesinin iziide devam eden bir harekettir.

Selefi hareketi belli şahıslara bağlı olmadan dünyanın hemen her yanındaki Müslüman ülkelerde ve Müslümanların yaşadığı küfür ve şirk beldelerinde kendine taraftar bulmaya ve varlığını muhafaza etmeye devam etmektedir.

(Temel bilgiler Şamil İslam Ansiklopedisinden alınmıştır.)

EBU DAVED

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder