25 Mart 2013 Pazartesi
ZAHİRİ-İBN HAZM’IN DİNÎ DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE KUR'AN VE TEVİL
GİRİŞ
Endülüslü Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm (ö.
456/1064), İslam düşünce tarihinde genellikle Zahiri mezhebinin bir
mensubu ve Endülüs’te bu mezhebi yayan bir fakih olarak
değerlendirilmekle birlikte, aslında, hakim İslami paradigmanın
dinamiklerini sorgulayan ve ona yeni bir yön vermeye çalışan biri
olarak ele alınmayı hak etmektedir1. Zira İbn Hazm’ın nassın
sınırlılığı ve olayların sınırsızlığı karşısında yeni problemleri çözmede
kıyasa başvuran ve kıyası fıkhî düşüncenin, dolayısıyla da içtihadın
merkezine yerleştiren bir fıkhî paradigma yerine kıyassız bir içtihat
etkinliğini mümkün gören bir fıkhî paradigmayı, keza mecâzı esas
alan ve dinî metinlerin yorumlanmasında mecâza çok esaslı bir rol
atfeden bir düşünce modeli yerine mecâzın en azından sınırlandığı ve
merkezi konumunu yitirdiği yeni bir düşünce modeli öneren biri
olması, böyle bir değerlendirmeyi hak ettiğinin en belirgin göstergesidir.
İşte bu yazıda İbn Hazm’ın dinî düşünce sisteminde Kur’ân
nasslarına nasıl yer verdiğinin ve nassların tefsirine ilişkin nasıl bir
anlayış geliştirdiğinin tespit ve tahlili üzerinde durulacaktır. Bu
çerçevede evvelemirde onun ilâhî hitabı ve bu hitabın metin yapısını
nasıl algıladığını gösterir nitelikteki Kur’ân tarihi ve Kur’ân ilimlerine
ilişkin görüşleri üzerinde durulacak, yorum anlayışının takdim ve
tahliline bunun sonrasında geçilecektir.
I. KUR’ÂN TARİHİ VE KUR’ÂN İLİMLERİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
A. KUR’ÂN TARİHİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
İbn Hazm’ın Kur’ân tarihi ile ilgili açıklamaları Kur’ân metninin
derlenmesi ve Mushaf haline getirilip çoğaltılması faaliyetleri ile yedi
harf ve Kur’ân kıraatları konularıyla sınırlı bir muhtevaya sahip olduğundan
bu başlıkta anılan konularla ilgili görüşleri ele alınacaktır.
1. KUR’ÂN METNİNİN DERLENMESİ VE MUSHAF HALİNE GETİRİLMESİ
İbn Hazm’a göre Kıyâme 75/17-19 âyetlerinin de delâlet ettiği
üzere Kur’ân metninin toplanması ve mevcut iç düzenini alması
1 Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Burhan
Köroğlu-Hasan Hacak-Ekrem Demirli, İstanbul 2000, Kitabevi, s. 636.
333
Allah’ın bildirmesiyle gerçekleşmiştir, dolayısıyla âyet ve sûrelerin
tertibi tevkîfîdir. Hz. Osman zamanında gerçekleştirilen istinsah
faaliyeti, yeni Mushaf yazımlarında ve imlâ noktasında vuku bulacak
ihtilaflarda esas alınmalarını sağlamak amacıyla birden çok Mushafın
yazılarak muhtelif şehirlere gönderilmesinden ibaret olduğu
içindir ki bu süreçte Kur’ân metninin Hz. Peygamber (sav.) tarafından
vahye dayanılarak belirlenmiş olan tertibi üzerinde herhangi bir
tasarrufta bulunulmamıştır2. Bu kanaatinin bir uzantısı olarak İbn
Hazm, Osman Mushaflarının yedi harfin tamamını içerdiğini
düşünmektedir. Çünkü istinsah faaliyetinde tertibi dâhil Kur’ân
metni üzerinde hiçbir tasarrufta bulunulmamıştır. Bu değerlendirmeleri
itibariyle İbn Hazm’ın Bâkıllânî (ö. 403/1013) ile paralellik arz
ettiğini söyleyebiliriz. Nitekim Bâkıllânî’ye göre Hz. Osman’ı Mushafları
istinsaha sevkeden farklılıklar, Hz. Peygamber’den (sav.) sabit
olmayan ve hakkında herhangi bir delil bulunmayan okuyuşların
doğurduğu farklılıklardır. Dolayısıyla gerek Hz. Osman’ın gerekse bir
başka halifenin Allah katından olduğu sabit olan bir okuyuşa engel
olup, ona son verilmesini emretmesi ve Allah’ın Müslümanlara
bağışta bulunduğu genişliği daraltması, O’nun mübah kıldığı bir şeyi
yasaklaması asla düşünülemez3.
Bu bağlamda İbn Hazm, Hz. Peygamber sonrasında Kur’ân
metninde birtakım değişikliklere gidildiği, birtakım metinlerin
Kur’ân’dan çıkarılıp birtakım metinlerin de ilave edildiği (tahrif)
şeklinde Rafizîler/aşırı şiîler tarafından dillendirilen iddiaları da
hiçbir temele dayanmayan yalan ve iftira olarak değerlendirmiş;
böyle bir şeyin realiteyle de çelişeceğini ifade etmiştir. Çünkü çok
sayıda kişi tarafından ezberlenmiş ve binlerce nüsha olarak yazıya
aktarılmış olan Kur’ân metni üzerinde herhangi bir değişikliğe
gidilmesi reel olarak imkânsızdır4.
2. YEDİ HARF KONUSU
Yedi harf konusuna gelince İbn Hazm, yedi harfi, “Kur’ân
kelimelerinin okunuş farklılığı” olarak değerlendirmiş ve onu meşhur
kıraatlar arasındaki ihtilafların temerküz ettiği yedi noktadan ibaret
görmüş, buna bağlı olarak da yedi harfi anlam veya lehçelerle ilgili
gören telâkkîleri reddetmiştir5. Çünkü ona göre rivâyetler, yedi harfin
anlamla ilgili değil okumayla ilgili olduğunu göstermektedir. Öte
yandan Hz. Ömer ile Hişâm b. Hakîm gibi aynı kabileye mensup
kişiler arasında kıraat ihtilafının vuku bulmuş olması da, İbn Hazm’a
göre yedi harfin lehçeyle ilgili bir husus olmadığının kanıtıdır6.
İbn Hazm’ın yedi harfle ilgili olarak serdettiği bu açıklamalar,
onun, bu noktada İbn Kuteybe (ö. 276/889), Bâkıllânî (ö. 403/1013)
ve Mekkî b. Ebû Tâlib el-Kaysî (ö. 437/1045) çizgisinde yer aldığını
göstermektedir7. Nitekim anılan alimler yedi harfin kıraatlar arası
farklılıkların tahliliyle tespit edilebileceğini düşünmüşler ve bu yönde
gerçekleştirdikleri analizler neticesinde de yedi harfin, kıraat
farklılıklarının deveran ettiğini tespit ettikleri yedi noktadan ibaret
olabileceğini ifade etmişlerdir8. Bâkıllânî’nin yedi harfi lehçeler olarak
yorumlayan yaklaşımı ‘bâtıl’ olarak nitelerken ileri sürdüğü gerekçe
ile9 İbn Hazm’ın bu yaklaşımı eleştirirken ileri sürdüğü yukarıda
temas ettiğimiz gerekçesinin aynı oluşu da İbn Hazm’ın yedi harf
noktasında anılan alimlerle aynı paralelde düşündüğünü veya
onların görüşlerini benimsediğini gösterir niteliktedir.
3. KUR’ÂN KIRAATLARI KONUSU
İbn Hazm’ın Kur’ân kıraatlarıyla ilgili olarak üzerinde durduğu
temel konu ise kıraatların kabul veya reddinde hangi ölçütlerin esas
alınacağı hususudur. Ona göre bu hususta yegâne ölçüt nakildir,
yani söz konusu kıraatın merfû haber olarak aktarılmasıdır. Bu
anlayışı sebebiyle İbn Hazm, sözgelimi Hz. Ebû Bekir’in Kâf 50/19
âyetindeki “ve-câet sekratü’l-mevti bi’l-hakki” şeklindeki ibareyi “vecâet
sekratü’l-hakki bi’l-mevt” şeklinde, Hz. Ömer’in de Fatiha 1/7
âyetini “sırâta men en’amte aleyhim gayri’l-mağdûbi aleyhim ve
gayri’d-dâllîn” şeklinde okuduğu, kezâ İbn Mes’ûd, Übey b. Ka’b gibi
bazı sahabilerin özel mushaflarının birtakım sûreleri ihtiva etmediği
veya bazı ilave bölümleri içerdiği şeklindeki rivâyetleri, merfû değil,
mevkûf haberler olmaları hasebiyle kabul edilebilir bulmamıştır10.
İbn Hazm’a göre mademki kıraatların kabul veya reddinde dayanak
alınacak yegâne kriter nakildir, o halde Mushaf imlâsının bu noktada
bir ölçüt kılınması söz konusu olamaz. Çünkü Mushaf imlâsı
tevkîfî/ilâhî bildirime dayalı değildir. Zira Hz. Peygamber (sav.) okuma-
yazma bilmediğinden Mushaf imlâsının onun tarafından öğretilmiş
olması söz konusu olamaz. Hz. Peygamber (sav.) dışındaki bir
kişinin –bu sahabî de olsa- yaptığı bir şey ise zaten bağlayıcılığı haiz
değildir11. İbn Hazm’ın Mushaf imlâsının tevkîfîliği ile ilgili bu
değerlendirmelerinin de yine Bâkıllânî’nin kanaatleriyle paralellik
arzettiği görülmektedir. Nitekim Mushaf imlâsının bağlayıcı olmayacağı
düşüncesinde olan ve aralarında Bâkıllânî’nin de bulunduğu
kesim, Mushaf imlâsının tevkîfîliğini reddetmiş, bu imlâ usûlünün,
Hz. Peygamber (sav.) tarafından öğretilmiş olması durumunda,
tevatüren daha sonraki nesillere ulaşması gerektiğini ifade
etmişlerdir12.
İbn Hazm’ın, Mushaf imlâsını kıraatların kabulü için bir kriter
olarak görmemesi kayda değerdir. Zira kıraat alimleri bir yana, Ferrâ
(ö. 207/822) ve Zeccâc (ö. 311/923) gibi dilciler dahi Mushaf imlâsını
kıraatların kabulünde dikkate alınması gereken bir temel ölçüt
olarak değerlendirmişlerdir13.
İbn Hazm’ın Kur’ân kıraatlarıyla ilgili olarak ele aldığı bir diğer
konu da ‘Kur’ân’ın anlam merkezli okunup aktarılması’ hususudur.
İbn Hazm, Kur’ân’ın okunması hususunda lafızdan ziyade mananın
önemli olduğu içeriğindeki böyle bir yaklaşımı kesinlikle kabul
etmemektedir. “Ey Peygamber! De ki onlara: ‘Kur’ân’ı kendi kafama
göre değiştirmem mümkün değil! Ben sadece bana vahyedilenlere
uyarım’ meâlindeki Yûnus 10/15 âyetinin bu yönde bir delâlet
taşıdığını ifade eden İbn Hazm, bir duada Berâ b. Azib’in ‘nebî’
kelimesi yerine ‘rasûl’ kelimesini koymasına karşı çıkan Hz.
Peygamber’in (sav.), Kur’ân’ın anlam merkezli okunmasına izin
verdiğini düşünmenin imkansız olduğunun altını çizmektedir14. Bu
kanaatleri itibariyle de İbn Hazm Bâkıllânî ile muvâfakat halindedir.
Nitekim Bâkıllanî ‘anlam merkezli okuma’ fikrini şiddetle reddetmiş
ve böyle bir olgunun mevcudiyetinin ispatında tanıklığına başvurulan
rivâyetlerin bu yönde bir delâlet taşımadığını göstermeye
çalışmıştır15.
B. KUR’ÂN İLİMLERİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
İbn Hazm’ın Kur’ân ilimleri çerçevesinde üzerinde durduğu
temel meseleler Kur’ân vahyi ve kelâm-ı ilâhînin mahiyeti ile
müteşâbihat, nesh ve icâz konularıyla sınırlı olduğundan bu başlık
altında onun anılan konularla ilgili düşünceleri ele alınmaya
çalışılacaktır.
1. KUR’ÂN VAHYİ VE KELÂM-I İLÂHÎ’NİN MAHİYETİ
İbn Hazm’ın vahiy telâkkîsinin temelini kelâm-kavl ayırımı
oluşturmaktadır. Ona göre ‘Allah’ın kavli’ ile ‘Allah’ın kelâmı’ mahiyet
itibariyle aynı şey değildir.16 Vahiy olan, Allah’ın kavli değil
kelâmıdır. Çünkü :
42/ŞÛRÂ-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
“Allah'ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.”
âyetinde vahiy bir ‘kavl’ değil ‘teklîm’
olarak ifade edilmiştir17. İbn Hazm bu şekilde kelâm-kavl ayırımında
bulunup, vahyin kelâma tekabül ettiğini belirtmesinin ardından Şûra
42/51 âyetini izahı çerçevesinde vahyin kısımları ve geliş şekilleri
üzerinde durmaktadır. Ona göre vahiy, temelde, ‘DOLAYLI VAHİY’ VE
‘DOLAYSIZ VAHİY’ olmak üzere ikiye ayrılır. Şûra 42/51 âyetinde zikri
geçen vahiy şekillerinden yalnızca, ‘perde arkasından gerçekleşen’
vahiy türü dolaysız vahiydir, diğerleri ise dolaylı vahiy olmaktadır.
Perde arkasından ve arada melek olmaksızın gerçekleşen bu vahiy
türünde alıcı ile verici arasında bir kelâm söz konusu olmakla
birlikte bu kelâm ses düzeyinde gerçekleşmemektedir. Nitekim Hz.
Musa’ya ‘ağaç’ üzerinden, Hz. Peygamber’e (sav.) ise miraç gecesi
kalem hışırtılarını duyduğu bir ‘müstevâ/düzey’ üzerinden gerçekleşen
vahiy bu niteliktedir.
2/BAKARA-253: Tilker rusulu faddalnâ ba’dahum alâ ba’d(ba’din), minhum men kellemallâhu ve rafea ba’dahum derecât(derecâtin), ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhıl kudus(rûhıl kudusi), ve lev şâallâhu maktetelellezîne min ba’dihim min ba’di mâ câethumul beyyinâtu ve lâkinihtelefû fe minhum men âmene ve minhum men kefer(kefere), ve lev şâallâhu maktetelû ve lâkinnallâhe yef’alu mâ yurîd(yurîdu).
“İşte Biz, o resûllerden bir kısmını, diğerlerinin üzerine faziletli kıldık. Allah, onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Ve Biz, Meryem'in oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik. Ve onu Ruh'ûl Kudüs ile destekledik . Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin ayrılığa düştüler. O zaman onlardan kimi îmân etti, kimi de inkâr etti. Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah, dilediği şeyi yapar.”
âyeti bu tür vahyinpeygamberlerin yalnızca belli bir bölümüne nasip
olduğunu ifadeetmektedir. İbn Hazm’a göre vahiy türleri içerisinde en
üstün olan daperde arkasından gerçekleşen bu vahiy türüdür. Çünkü Bakara
2/253 âyetinde bu vahiy biçimi bir ‘tafdîl’ olarak ifade edilmektedir18.
İslam düşünce tarihinde Kur’ân’ın ‘ezelîliği’ ve/veya ‘yaratılmışlığı’
tartışması çerçevesinde gündeme taşınmış olan ilâhi kelâmın
mahiyetinin ne olduğu hususunu ise İbn Hazm ‘Kur’ân’ ve ‘Kelâmullah’
lafızlarının medlûlleri çerçevesinde ele almıştır19. Ona göre
müşterek olan bu lafızlar beş şeye delâlet etmektedir20: (1) İlahî
kelâmın ses yönü; (2) Anlamının ifadeye aktarılmış biçimi; (3)
Mushaf’ta yer alan metin hali; (4) Ezberlenmiş hali; (5) Allah’ın ilmi.
İbn Hazm’a göre bu beş şeyden yalnızca sonuncusu, yani
‘Allah’ın ilmi’, Allah’ın zatıyla kaim olması sebebiyle mahlûk değildir,
ontolojik düzlemde ortaya çıkmış olan ses ve metinden müteşekkil
sair yönler ise muhdes ve mahlûk sıfatını taşımaktadır21. Kur’ân ve
Kelâmullah lafızları bu şekilde mahlûk/muhdes olan ve mahlûk/
muhdes olmayan birtakım unsurlara işaret ettiği için de onun
hakkında ‘mahlûktur’ nitelemesinde bulunmak mümkün değildir.
Zira bütünü teşkil eden unsurlardan bir kısmının sahip olduğu
sıfatı, onun bütün unsurları hakkında kullanmak söz konusu
olamaz.
Bu düşünceleriyle İbn Hazm, kelâm-ı ilâhînin biri ezelî, diğeri
muhdes/sonradan vücut bulma olmak üzere iki yönünün
bulunduğu fikrini savunmuş olmakta ve bu görüşüyle Eş’arîler’le
aynı çizgide yer almaktadır. Çünkü İbn Hazm’ın anılan görüşü
Eş’arîler’in mânây-ı nefsî telâkkîsiyle büyük ölçüde örtüşmektedir.
Zira Eş’arîler de İbn Hazm gibi kelâm-ı ilâhînin ezelî yönü ile
sonradan vücut bulmuş yönleri arasında ayırım yapmışlardır. Şöyle
ki Eş’arîler’e göre kelâm-ı ilahî esas itibariyle Allah’ın zatında olması
düşünülemeyen ses gibi arazların ötesinde olan mânây-ı nefsî’den
ibarettir; bu kelâmın ses, yazı vb. düzeylerde vücut bulmuş formları
İbn Hazm’ın Kur’ân ve Kelâmullah lafızlarının delâlet örgüsü içinde
değerlendirdiği ‘ilm-i ilahî’, Eş’ariler’deki ‘manây-ı nefsî’ye, diğerleri
ise bu mânây-ı nefsî’nin ontolojik düzeydeki görünümlerine karşılık
gelmektedir.
2. MÜTEŞÂBİHÂT
Kur’ân’da müteşâbihâtın varlığını kabul etmekte olan İbn
Hazm’ın bu çerçevedeki değerlendirmeleri, konunun tefsir geleneğinde
fikir ayrılığına mahal teşkil eden yönleri üzerine odaklanmaktadır
ki bunları da ‘müteşâbihâtın alanı ve konusu nedir?’ ve
‘müteşâbihâtın tevili yapılabilir mi?’ şeklinde iki ana başlık altında
incelemek mümkündür. İstikrâ/tümevarım yönteminden hareketle
bütün nass türlerini müteşâbihatın vukuunun imkânı bakımından
değerlendirmeye tabi tutan İbn Hazm’a göre müteşâbihât, sûre
başlarındaki mukattaa harfleri ile yine bazı sûrelerin başında yer
alan yeminlerle sınırlı bir muhtevaya/alana sahiptir24. İbn Hazm’ın
bu müteşâbihât yorumu, mukattaa harflerini müteşâbihât olarak
değerlendirmesi itibariyle Mukâtil’in (ö. 150/767), sûre başlarındaki
yeminleri müteşâbihâta dahil etmesi itibariyle da İbn Abbas’ın
müteşâbihât yorumuyla paralellik arz etmektedir. Zira Mukâtil
müteşâbihâtın hurûf-ı mukattaa’dan ibaret olduğunu söylerlerken
İbn Abbâs, müteşâbihâtın kapsamına Kur’ân’daki yeminleri de dâhil
Etmiştir.
Müteşâbih nassların tevilinin yapılıp yapılamayacağı
hususunda ise İbn Hazm, müteşâbihâtın anlamının bilinemeyeceği
ve tevilinin yapılamayacağı yönünde kanaat belirtmiş; buna bağlı
olarak da
3/ALİ İMRAN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
“Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) ayetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık ayetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tabi olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde ileri gidenler ise: "Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab”
ayetin’deki ve’r-râsihûne fi’l-ilm ifadesinde yer alan
‘vâv’ı, ‘atıf vâv’ı değil, ‘başlangıç vâv’ı olarak değerlendirmiştir.
3. NESH
İbn Hazm “nesh”i, “önceden mevcut bir emrin hilâfına olan ve
önceki emrin son bulmasını sağlayan bir başka emrin varit olması”
ve/veya “Tekrarı gerçekleşmeyen hususlarda ilk emrin zamanının
son bulduğunun açıklanması”28 şeklinde tarif etmiştir. Bu tariflerinden
de anlaşılacağı üzere İbn Hazm neshi bir ilga olarak görmüş29
ve neshin yalnızca emirler ile emir anlamı taşıyan ifadelerde gerçekleşeceğini
belirtmiştir.30 İbn Hazm geleneksel üçlü nesh taksimini de
benimsemiş31, bu taksimin sünnet nassları için de geçerli olduğunu
ifade etmiştir.32
Nesh konusundaki temel problemlerden biri ve belki de en
önemlisi olan ‘bir nassta neshin vukuunun hangi yollarla belirleneceği’
hususu İbn Hazm’ın da gündemindedir. Ona göre neshin
vukuundan bahsedilebilmesi için bu yönde bir nass veya yakîn
(kesinlik/kesin bilgi) ifade eden bir icmâ olması zorunluluk arz
eder33. Mezkûr delilleri esas almayan bir nesh tespiti, zanna dayalı
hüküm verme olacağından kesinlikle muteber addedilemez34. Öte
yandan İbn Hazm’a göre ‘nass’ kavramı, Kur’ân ve sünnet nasslarının
tamamını ihtiva ettiğinden, Kur’ân ve sünnetin birbirini nesh
etmesi mümkündür35. Kıyasın meşruiyetini kabul etmemesi hasebiyle
İbn Hazm, Kur’ân ve sünnet nasslarının kıyas ile neshini
reddetmiş, hatta aksi yöndeki anlayışı ‘tüyler ürpertici bir anlayış’
olarak değerlendirmiştir36.
4. KUR’ÂN’IN İ’CÂZI
İbn Hazm, i’câz konusunu bu konunun müzakeresinde
gündeme gelen belli başlı tartışmalar çerçevesinde ele almıştır.
Bunların başında Kur’ân’ın mûcize oluşunun dönemsel mi yoksa
tarih-üstü mü oluşu meselesi gelmektedir. İbn Hazm’a göre İsrâ
17/88 âyetiyle de sabit olduğu üzere, Kur’ân’ın mûcize oluşu nüzûl
dönemiyle sınırlı olmayıp, kıyamete dek devam edecek bir niteliktir37
ve bu nitelik, Kur’ân’da yer alan ve müstakil bir anlamı bulunan her
lafızda mevcuttur38.
İbn Hazm’ın cevabını aradığı bir diğer soru da Kur’ân’ın hangi
yönüyle mûcize olduğudur. Ona göre Kur’ân’ı mûcize kılan unsurlar
‘metin içi’ ve ‘metin dışı’ olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Metin içi
unsurlar Kur’ân metninin nazmı ve ğayba ilişkin bilgi ve haberleri
içeriyor olmasıdır. Metin dışı unsur ise muhatapların Kur’ân’ın
meydan okumasına karşılık verememelerini sağlayan ‘ilahî müdahale’dir39.
Dolayısıyla İbn Hazm’a göre her ne kadar Kur’ân’ın nazmı
ve Kur’ân’da ğayb ve geleceğe ait işlerin haber verilmesi, onun i’câz
yönlerinden biri olsa da, i’câz bunlarla sınırlı değildir; çünkü i’câzın
Arapları, benzerini getirmekten alıkoymaya yönelik haricî
müdahaleden kaynaklanan bir yönü daha mevcuttur40. Bu yaklaşımıyla
İbn Hazm, Kur’ân vahyinde delilin bir yönüyle medlûlle birlikte
olduğunu, bir yönüyle de medlûl’den ayrı bulunduğunu ifade etmiş
olmaktadır. Zira i’câzı, Kur’ân metninin içinde görmek, Kur’ân
vahyinde delil-medlûl birlikteliğinin söz konusu olduğunu kabul
etmek anlamına gelirken; i’câzın Kur’ân’ın çağdaşı olan Arapların
ilahî müdahaleye bağlı olarak onun benzerini getirmekten aciz
kalmalarından kaynaklandığını düşünmek, Kur’ân vahyinde delilmedlûl
ayırımını benimsemek olmaktadır.
Bu i’câz telâkkîsinin bir uzantısı olarak İbn Hazm, i’câzı,
Kur’ân’ın ğayba ilişkin haberleri ihtiva ediyor oluşuna hasreden
anlayış ile Kur’ân’ın edebî yönden bilinen belağat düzeylerinin
ötesinde bir dilsel yapıya sahip oluşuna hasreden anlayışı kabul
edilebilir bulmamıştır41. İbn Hazm’ın ilk telâkkîyi reddediş sebebi, bu
telâkkînin nassla çelişiyor olmasıdır. Zira, ona göre fe’tû bi sûratin
min mislihî âyeti muhataplardan Kur’ân sûrelerinin benzeri bir sûre
getirmelerini istemektedir. Oysa Kur’ân sûrelerinin tamamında ğayba
ilişkin haberler mevcut değildir42. İkinci telâkkîyi reddediş sebebi ise
kanaatimizce İbn Hazm’ın tevil anlayışıyla irtibatlıdır. Çünkü, ilahî
hitabın Arap dilinin ifade ve üslup özellikleri doğrultusunda gerçekleştiğini,
dolayısıyla da onun açık ve anlaşılır olduğunu sürekli
olarak vurgulayan ve bunu tevil anlayışının temeline oturtan birinin,
Kur’ân’ı mûcize kılan unsur olarak, onun alışılmışın ötesinde üst
düzeyde belağî bir dile sahip oluşunu göstermesi imkânsızdır. Zira
böyle bir telâkkî, Kur’ân’ı, insan kapasitesini aşan bir metin kılacak,
bu durumda da Kur’ân, muhataplar için anlamına beşeri vasıtalarla
ulaşmanın imkansız olduğu anlaşılamaz kapalı bir metne
dönüşecektir.
Bilindiği üzere i’câzı Arapları, benzerini getirmekten alıkoymaya
yönelik haricî ilâhî müdahaleden ibaret gören bu anlayış, tarihte ilk
defa Mutezilî İbrahim b. Seyyâr en-Nazzâm (ö. 231/845) tarafından
dile getirilmiş olan ve ‘sarfe nazariyesi’ olarak bilinen bir anlayıştır.
Nitekim Nazzâm’a göre Kur’ân’ın i’cazı onun geçmiş ve gelecekle ilgili
konularda bilgi vermesi, ona karşı koymaya yönelik faktörlerin
engellenmesi, zorla ve aciz bırakmak sûretiyle Arapların onunla ilgilenmekten
alıkonması yoluyla gerçekleşmektedir. Şâyet Allah,
Arapları kendi başlarına bırakmış olsaydı, onlar belâgat, fesâhat ve
telif açısından Kur’ân sûrelerinin benzeri bir sûre getirmeye pekala
muktedir olurlardı43. Görüldüğü üzere Nazzâm i’câzı, bir taraftan
Kur’ân’ın geçmiş olayları haber vermesiyle ve gelecekte olacakları
önceden bildirmesiyle, diğer taraftan da ilahî müdahaleyle irtibatlandırmaktadır.
Bu yönüyle İbn Hazm’ın icâz konusunda Nazzâm ile
aynı kanaati paylaştığı görülmektedir. Bunun içindir ki İbn Hazm’ın
sarfe görüşünü benimsemesini, Nazzâm’dan etkilenmiş olmasıyla
izah edenler olmuştur. Nitekim Ali Sâmî en-Neşşâr Nazzâm’dan
etkilenmiş kişiler arasında İbn Hazm’ı da göstermektedir44. Ebû
Zehrâ’ya göre ise sarfenin bir anlamda belâgatın i’câzını ortadan
kaldırıyor olması, yani i’câzı nazma değil metafizik bir sebebe
bağlayıp hükmün hikmetini nazara almaksızın zâhirîne göre hareket
etmesi, İbn Hazm’a cazip geldiği için bu kanaati benimsemiştir45.
Kanaatimizce İbn Hazm’ın bu noktada Nazzâm’la aynı çizgide yer
alması ilâhî kelâm-insan aklı ilişkisine yönelik telâkkîlerinin birbirine
yakın oluşundan kaynaklanmaktadır. Zira, yukarıda zikrettiğimiz
üzere İbn Hazm, sair i’câz teorilerinin Kur’ân metni ile beşerî
akıl arasındaki ilişkiyi kestiğini buna bağlı olarak da Kur’ân metnini
muğlak bir metin haline dönüştürdüğünü sezinlemiştir. Oysa Kur’ân
metni, Arapların ifade ve üslup özelliklerine bağlıdır, dolayısıyla da
anlaşılabilir bir metindir. Nazzâm’ın sarfe nazariyesine tutunmasının
arkasında da Mutezile’nin aynı hassasiyetinin yattığı görülmektedir.
Zira Mutezile de Kur’ân’ı beşerî idrakle irtibatlandırma ve vahyi
insanın açıklama ve analiz etme gücüne yaklaştırma yönünde çaba
harcamıştır. Onlar, i’câzı Kur’ân metniyle irtibatlandıran ‘i’câz’
düşüncesinin, vahyi, insan kapasitesini aşan dolayısıyla da muğlak,
anlaşılamaz, analiz edilemez bir metne dönüştürebileceğinden endişe
duymuşlardı.
İbn Hazm, Kur’ân’ın tercümesi meselesini de i’câz konusu
çerçevesinde ele almış ve tercümenin asıl metin yerine konup namazda
okunmasına karşı çıkmıştır47. Ancak İbn Hazm’ın itirazı tercümeye
değil, tercümenin asıl metin yerine konmasınadır. Çünkü, ona
göre Kur’ân’ın bir başka dile aktarımıyla ortaya çıkacak olan metin,
Kur’ân’ın asıl metninin taşıdığı i’câza sahip olmayacağından, ‘Kur’ân’
olarak isimlendirilemeyecektir. Dolayısıyla tercüme metnin asıl
metin yerine ikame edilmesi kesinlikle söz konusu olamaz. Ancak
bununla birlikte İbn Hazm, eğitim-öğretim veya metnin içerdiği
hükmü anlatma amacına matuf olarak yapılacak tercümeyi caiz
addetmiştir. Dolayısıyla onun tercüme meselesi çerçevesindeki
düşünceleri “Kur’ân’ın i’câzı” ve “yabancı dilde ibadet” konularıyla
irtibatlıdır.
II. YORUM ANLAYIŞI: TEFSİR ve TEVİL TELÂKKÎSİ
A. TEFSİRİN KAYNAKLARI: RİVÂYET VE DİRÂYET TEFSİRİNE BAKIŞI
İbn Hazm’a göre tefsirin kaynakları ‘Allah kelâmı/Kur’ân’,
‘Peygamber kavli’, ‘Arap dili’ ve burhanı esas alan ‘kesin bilgi’ ile
sınırlıdır. Dolayısıyla kadim geleneğimizde Kur’ân’ın tefsiri düzeyinde
söz konusu olan ‘rivâyet tefsiri’ ve ‘dirâyet tefsiri’ türleri
açısından değerlendirecek olursak şunu söyleyebiliriz ki İbn Hazm,
rivâyet tefsirinin alanını Kur’ân ve Hz. Peygamber’den gelen açıklamalar
şeklinde son derece dar anlamda değerlendirdiği sünnetle
kayıtlamakta, buna bağlı olarak da sahabe ve tâbiûn tefsirini rivâyet
tefsirinin kaynağı olarak görmemektedir. Oysa genel eğilime göre
sahabe ve tâbiûna ait izah ve yorumlar rivâyet tefsirinin kapsamına
dahildir. Hatta İbn Teymiyye, sahabe ve tâbiûn kavliyle tefsiri,
tefsirdeki en güzel yöntemler arasında değerlendirmiştir.
Dirâyet tefsirine gelince İbn Hazm, bu tefsir türünün alanını
Arap dili ve burhanı esas alan kesin bilgi ile çerçevelemektedir. Bu
durum onun dirâyeti/re’yi burhana dayalı olma şartıyla geçerli
gördüğünü gösterir. İbn Hazm’a göre burhân, nass, icma ve duyu
ve akıl zaruretinden ibaret olduğuna göre, ancak bunları esas alan
re’y makbul olacaktır. Bunları esas almayan re’yi ‘herhangi bir
delile/burhana dayanmaksızın nefsin doğru olduğunu hayal ettiği
şey’ olarak tarif etmiş, kesinlikle bir dayanak olamayacağını ifade
etmiştir. Bu çerçevede şunu da belirtmek gerekir ki İbn Hazm,
Kur’ân alimlerinin tefsir yapacak kişinin sahip olması gereken bilgi
birikimi çerçevesinde zikrettiği fıkıh, usûl-i fıkıh, kelâm, zühd, ilm-i
mevhibe, tarih bilgisi gibi konularda yetkin olmayı, dirâyet tefsirinin
kaynakları arasına dahil etmemiştir. Ebû Suayleyk’e göre İbn Hazm,
tefsiri, anılan disiplinlerin ürünü olan bilgi birikiminin tahakkümünden
kurtarmak ve nassı merkeze alan bir tefsir anlayışı geliştirmek
amacıyla böyle bir yaklaşım biçimini benimsemiştir.
Bu arada İbn Hazm rivâyet tefsirinin temel problemlerinden
biri olan İsrailî rivâyetler konusuna da -önceki şeriatların delil değeri
taşıyıp taşımayacağı bağlamında- değinmiş ve bu tür rivâyetlere
karşı dikkatli olunması gerektiğini ifade etmiştir. Özellikle Kur’ân
kıssaları üzerinden bu tarz rivâyetlerin tefsire intikal ettiğinin altını
çizen İbn Hazm’a göre sözgelimi İsrailoğullarına yönelik inek kesme
emrini ifade eden kıssa ile Hârût-Mârût kıssası gibi kıssalar
çerçevesinde kaynaklarımıza çok sayıda İsrailî rivâyet sızmıştır.
Ona göre İsrâilî bilgilerin önünü almanın yolu, kıssalarla ilgili olarak
Kur’ân’da geçenlerle merfû haberlerde bildirilenlerin dışındaki
bilgilere itibar etmemektir. Aksi takdirde çok yanlış bir yola girilmiş
olur.
B. LAFIZ-MANA AYIRIMI VE “MANA” KAVRAMININ İÇERİĞİ
İbn Hazm’a göre ‘mana/anlam’ her şeyden önce lafızda/
metinde gizlidir Çünkü ‘lafızlar birtakım anlamları belirtmeleri
için va’zedilmişlerdir’. Lafzın belli bir anlamı belirtmesi, ilahî
bildirime dayalı olan muvâdaa/oydaşma aracılığıyla belirlendiğinden
lafız-mana (gösteren-gösterilen) arasında ayrılmazlık ilişkisi mevcut
olmaktadır. Ancak bununla birlikte oluşum itibariyle anlam
önceliğe sahiptir. Zira ‘anlam’, dış dünyaya dair gerçekleşen idrakin
zihnî kavramlara dönüşmüş biçimi, ‘lafız’ ise bu zihnî kavramların
ses ve yazı gibi ontolojik/varlıksal düzeydeki ifadesi olmaktadır. Dolayısıyla
önce anlamın idraki gerçekleşmekte, bilahare ise idraki gerçekleşen
anlam, bunu belirtsin diye va’zedilmiş olan lafızla ifade edilmektedir.
Nitekim İbn Hazm’ın ‘beyân’ ile ilgili açıklamaları bu kanaatini
gösterir niteliktedir. Zira İbn Hazm’a göre ‘beyân’, nesne-mana-lafız
çizgisinde oluşmaktadır. Yani beyan faaliyetinde nesneler, zihinde,
maddi bir varlıktan zihnî bir varlığa tahavvül etmekte, daha sonra da
bu zihnî varlık fonetik unsurlara/lafızlara dönüşmektedir.
İbn Hazm’a göre lafız-mana arasında söz konusu olan
ayrılmazlık ilişkisi sebebiyledir ki delâletin/anlamın tespiti, ancak,
bu anlamı belirten bir simge konumundaki lafzın dikkate alınmasıyla
mümkün olacaktır. Dolayısıyla da anlam evvelemirde hitabın
lafzında, diğer bir deyişle mantûkunda aranacaktır. Pek tabi ki bu
durum, anlama, metnin ait olduğu dilin verilerinden hareketle
ulaşılabileceğini gösterir. Bunun bir gereği olarak İbn Hazm, ilahî
hitabın dilini bilmeyen kimsenin ilahî hitab hakkında konuşmasını,
bilgisi bulunmadığı bir konuyu Allah’a isnat etmesi olarak
değerlendirmiştir.
İbn Hazm, anlamın her şeyden önce nassın/metnin mantûkunda
aranması gerektiğini belirtmekle birlikte, anlam tespitinde,
metin içi ve metin dışı daha başka unsurların da göz önünde
bulundurulmasının bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. Bu
unsurların başında ise ‘metinsel bağlam’ gelmektedir. İbn Hazm,
anlam tespitinde metinsel bağlamı son derece önemsemiş, hatta
müştereklik vb. dilsel olgulara bağlı olarak oluşan anlam kapalılığını
gidermede çoğu zaman metinsel bağlamı esas almıştır. Sözgelimi
çeşitli âyetlerde geçen ‘ruh’ kelimesini, metinsel bağlam çerçevesinde
anlamlandırmış; buna bağlı olarak da bu kelimeye Nebe’ 78/38’de
‘Cebrâîl’, Şûrâ 42/52’de ‘ilim’, Nisâ 4/171’de ‘Îsâ’ya üflenen ruh’
şeklinde farklı anlamlar takdir etmiştir. Çünkü, ona göre ‘ruh’
kelimesi bütün bu anlamları içermektedir. İçerdiği anlamlardan
hangisinin kastolunduğunun tespiti ise ancak metinsel bağlama
müracaatla mümkün olmaktadır. Dolayısıyla İbn Hazm’a göre
‘mana’, metinsel bağlam ilişkilerinin ortak faaliyetinin bir sonucu
olmakta ve lafız, anlam ve delâletini, içinde bulunduğu ve dayandığı
bütünlükten almaktadır. Bu sebepledir ki İbn Hazm’a göre anlam
tespitinde dinî nassın bütününün ve bu lafzın geçtiği yerlerin
tümünün taranması (istikrâ/tümevarım) bir zorunluluktur. Zira, bir
lafzın geçtiği yerlerin her birinde ne anlama geldiğinin tespiti ancak bu
sayede mümkün olacaktır. Dolayısıyla İbn Hazm’a göre cümle
düzeyindeki anlam tespitinde cümlenin parçaları arasında varolan
nahvî ilişkilerin dikkate alınması esastır. Kelime düzeyinde ise
dikkate alınması gereken o kelimenin sözlük anlamının sahih bir
biçimde tespit edilmesidir.
İbn Hazm’ın ‘anlam’ı lafzın mantûkundan türeyen ‘mefhûm’
olarak değerlendirmesi, ‘mefhûmun anlamı’ veya ‘anlamın anlamı’
olarak ifade edilebilen dolaylı anlamların mevcudiyetini reddettiğini
gösterir. İbn Hazm, bu tür dolaylı anlamları, mantûkun dışına çıkma
ve metnin söylemediği şeyi ona söyletme olarak görerek reddetmiştir.
Ancak bununla birlikte İbn Hazm, lafzın sözlük anlamının
zihinde çağrıştırdığı anlamların varlığını da olumsuzlamamıştır.
‘İntivâ’ olarak adlandırdığı bu olgunun, çok sayıda anlamın ihtisar/sadeleştirme-basitleştirme
amacıyla tek bir lafızla ifade edilmesinin bir sonucu olduğunu
belirtmiştir..
İbn Hazm, anlamın tespitinde nassların tarihi bağlamını itibara
almanın önemine de vurgu yapmaktadır. Nitekim o bu anlamda
sebeb-i nüzûl bilgisinden ibaret olan cüzî tarihî bağlamı itibara aldığı
gibi, sebeb-i nüzûlün ötesinde nassın indiği şartların bütününü ifade
eden küllî tarihî bağlamı da itibara almaktadır. Sözgelimi “Allah sizin
imanlarınızı zayi edecek değildir” meâlindeki Bakara 2/143 âyetinin
tefsirinde sebeb-i nüzûlden ibaret cüzî tarihî bağlama müracaat
etmekte ve şöyle demektedir: “(Bu âyet) Allah Rasûlüne, o Beyt-i
Makdis’e müteveccih namaz kılarken nazil olmuştur. Şüphesiz Allah
Teâlâ (bu âyette) namazı ‘iman’ olarak isimlendirmiştir ki bu şer’î bir
isimlendirmedir...”72. İbn Hazm, sebeb-i nüzûl bilgisinin dikkate
alınmamasının hatalı yorumları tevlit edeceği yönünde de güçlü bir
duyarlılığa sahiptir. Sözgelimi o, peygamberlerin günah işleyebileceğini
savunanların “Şâyet Allah tarafından önceden belirlenmiş bir
yazgı olmamış olsaydı, yapıp ettikleri şeyler itibariyle onlar büyük bir
azaba maruz kalırlardı” meâlindeki Enfâl 8/68 âyetini delil olarak
kullanmalarının, sebeb-i nüzûl bilgisini dikkate almamadan kaynaklandığı
düşüncesindedir: “Burada hitap müminleredir, Hz. Peygamber’e
(sav.) değil. Şu bir gerçek ki Müslümanlar Bedir ganimetleri
hususunda tartışmışlardı, dolayısıyla günahkar olanlar, ganimetler
hususunda ayrılık çıkaranlardır”.
C. ANLAMA SORUNU VE ANLAMDA KAPALILIK OLGUSU
İbn Hazm, Kur’ân bağlamında, temelde anlama sorunu diye bir
şeyin mevcut olduğu fikrine iştirak etmemekle birlikte, lafız
düzeyinde kapalılık olgusunun varlığını da reddetmez. Ona göre kapalılık
olgusunun kaynağı çoğu zaman lafız değil, okuma faaliyetinde
bulunan özne/yorumcu olmaktadır. Hatta kapalılık yalnızca
Kur’ân’ın nüzûlüne şahit olmamış olan dolaylı muhatapların karşılaştığı
bir problem olmayıp aynı zamanda vahyin nüzûlünün çağdaşı
olan ilk muhatapların da birebir yaşadığı bir problemdir.
İbn Hazm’a göre her ne kadar kapalılığın kaynağı daha ziyade
okuma eyleminde bulunan özne olsa da dilin enstrümanlarından
kaynaklanan anlama arızaları da olabilmekte ve Kur’ân metni
çerçevesinde bir anlama sorunu mümkün gözükmektedir. Diğer bir
deyişle İbn Hazm, zahirî delâlet düzeyinde bir anlama sorununun
mevcudiyetinin farkındadır ve dilsel metinlerin zahirî delâletleri
düzeyinde anlaşılması noktasında farklılıkların olabileceğini kabul
etmektedir. Ona göre bu anlama sorunu veya anlam kapalılığı tek
kelime düzeyinde olabileceği gibi cümle düzeyinde de olabilmektedir.
Tek kelime düzeyinde anlam kapalılığına neden olan dilsel
unsurların başında ‘mücmel’/özetgelmektedir. Bir diğer unsur ise, ‘ruh’
kelimesinde olduğu gibi, lafzın birden çok anlama gelebilir
(müşterek) olmasıdır. Cümle düzeyinde gözlemlenen anlam kapalılığı
ise Arap dilinin sentaktik/cümlesel yapısından kaynaklanmaktadır. Zira Arap
dilindeki kelime, edat, harf gibi unsurların cümle düzeyindeki
delâletleri, girdikleri yapısal ilişkiler çerçevesinde şekillenmektedir.
Lafızların aynı cümle kurgusunda muhtelif yapısal ilişkilere
girebiliyor olması, zâhirî delâlet düzeyinde çeşitli okumaları ve farklı
delâletlerin türemesini mümkün kılmakta, bu da cümle düzeyinde
bir kapalılık olgusunun oluşmasına sebep olmaktadır.
İbn Hazm, zahirî delâlet düzeyinde söz konusu olan kapalılığın
mevcudiyetine işaretle yetinmemiş, onun nasıl giderileceğine de
temas etmiştir. Ona göre, kapalı olan kelime veya ifadenin anlamına
bizzat metnin bir başka pasajına başvurmak sûretiyle ulaşmak
mümkündür. Zira, bir yerde kapalı bırakılan şey, bir başka yerde
açıklanmaktadır. İbn Hazm, Kur’ân ve hadisin tamamını mütecanis/aynı cins
ve iç bütünlüğe sahip bir metin gibi değerlendirdiğinden, ona göre
Kur’ân’ın kapalı olan bölümlerinin açıklanması kaçınılmaz olarak
Kur’ân nassı yahut da sünnet nassı tarafından yapılacaktır. Bir
başka deyişle İbn Hazm, zahirî delâlet düzeyinde söz konusu olan
kapalılığın öncelikle “Kur’ân’ın Kur’ân ile tefsiri” yöntemi sayesinde
giderilebileceğini düşünmektedir. Ancak bu ifadeleri İbn Hazm’ın bir
âyetin diğer bir âyetin taşıdığı kapalılığı giderdiğinin tespitinin
müfessirin dirâyeti ile belirlendiğinin, dolayısıyla da sanıldığı kadar
nesnel bir zemine dayanmadığının ve öznellikle muallel/eksik ve sakat olduğunun
bilincinde olmadığını göstermektedir.
Anlama sorunuyla irtibatlı bir husus da ‘nassların teâruzu’
(müşkilü’l-Kur’ân) konusudur. İbn Hazm, nasslar arasında bir
teâruzun söz konusu olabileceği fikrini kabul etmemektedir. Zira, bir
burhanın diğer bir burhanla çelişmesi, keza Allah katından gelenler
arasında bir ihtilaf ve çelişkinin olması söz konusu olamaz. Ona
göre teâruzun var olduğu izleniminin uyanması durumunda yapılması
gereken, nassların tamamını da kullanmaktır. Çünkü,
nassların bir kısmını işletip diğerlerini işletmemek, biri namına
diğerini terk etmek söz konusu olamaz.
İbn Hazm’ın bu anlayışı, Kur’ân’da birbiriyle çelişir izlenimi
veren nassları izahında kendini göstermektedir. Sözgelimi onun, İbn
Nağrîle’nin Mürselât 77/35-36 âyetleriyle Nahl 16/111 âyeti
arasında çelişki olduğu iddiasına yönelik cevabında bu yaklaşımını
gözlemlemek mümkündür. Öncelikle İbn Hazm’a göre iki âyet de açık
olup aralarında asla herhangi bir ihtilaf/çelişki söz konusu değildir.
Çünkü, Mürselât âyetinde gerçekleşmeyeceği ifade edilen ‘konuşma’
ve ‘mazeret ileri sürme’, günahkar kişilerin Allah’a olan isyanları ve
günah işlemeleriyle ilgilidir. Nitekim ahirette insanın uzuvlarının
onun aleyhine tanıklıkta bulunacağını ifade eden Yâsîn 36/65 âyeti
de bu doğrultuda bir delâlete sahiptir. Nahl âyetinde bahsi geçen ise,
dünyada iken haksızlığa uğramış kişilerin, ahirette kendilerine
haksızlık yapanlardan haklarını isteyecek olmalarıyla ilgilidir.
D. MECÂZ VE TEVİL’İN İMKANI
İslam tefsir tarihindeki kadim tartışmalardan biri olan MECÂZ,
“Bir lafzın dilde va’zedildiği ilk ve aslî anlamında kullanılmasına engel
teşkil eden bir karinenin bulunması durumunda, bu aslî anlamı
dışındaki bir anlamda kullanılması” olarak tarif edilebilir. Bu tarif,
mecâz konusunun, bir taraftan dilin kaynağı olgusuyla diğer taraftan
da dinî nassların anlaşılması hususuyla ilgili olduğunu, dolayısıyla
da dilsel bir mesele olmanın ötesinde, doğrudan tevil ve tefsirle
irtibatının bulunduğunu göstermektedir. Bu özelliği sebebiyledir ki,
bir düşünürün mecâza yaklaşımı, onun dilin kaynağına ilişkin
telâkkîsiyle ve tevil anlayışıyla doğrudan irtibatlı olmaktadır. Bu
durum, İbn Hazm’ın ‘mecâz’ anlayışını ele almazdan evvel onun dilin
kaynağı ile ilgili temel yaklaşımının tespitini zorunlu kılmaktadır.
İbn Hazm, her şeyi yaratan Allah’ın, dilleri de yarattığını, dolayısıyla
dillerin tamamının Allah’ın yaratmasının sonucu varolduğunu
ifade ederek, dillerin tevkîfiliğini, bir başka deyişle ilahî
bildirime dayalı olduğunu kabul etmiş olmaktadır. Diğer bir
ifadeyle İbn Hazm, lafız-anlam (gösteren-gösterilen) ilişkisini
oydaşımsal/hemfikirsel bir ilişki olarak değerlendirmiş, oydaşmanın/hemfikirliğin kaynağının
ise ilahî bildirim olduğunu ifade etmiştir. Dil ilahî bildirime dayalı
olduğundan kelimelerin zaman içerisinde yeni anlamlar kazanması
da yine ancak ilâhî bildirime dayalı olarak mümkün olacaktır.
Dolayısıyla anlam genişlemesi, anlam daralması ve anlam kayması
gibi olgular, ancak ilâhî bildirimle gerçekleşebilir. Dilin ilâhî bildirime
dayalı olması onun aynı zamanda semâî bir nitelik taşıdığı anlamına
da gelmektedir. Semâiliğin dayanağı ise Arapların kullanımı ve şer’î
dilde yer almasıdır. Bu telâkkîsinin bir uzantısı olarak o, ‘kıyas’
kelimesinin kullanımını sahih bir kullanım olarak değerlendirmemiştir.
Çünkü, bu, Arapların kullandığı bir kelime değildir; zira,
onlar İslam gelmezden evvel bir şeriata sahip değildiler. Öte yandan
bu kelime şer’î dilde de yer almamaktadır.
Mecâzla ilgili değerlendirmelerine baktığımızda İbn Hazm’ın
evvelemirde hangi tür anlam aktarımının mecâz çerçevesinde
değerlendirileceği hususuna temas ettiğini görmekteyiz. Zira İbn
Hazm, lügavî delâletten şer’î delâlet yönünde gerçekleşen anlam
naklini, mecâz olarak algılamamış, dolayısıyla da ‘salât’ ve ‘zekât’ gibi
kelimelerin şer’î anlamda kullanımlarını mecâzî değil hakikî bir
kullanım olarak değerlendirmiştir. Çünkü, bu tarz bir anlam aktarımını
gerçekleştirme hakkı, isimlendirme yetkisine sahip olan Allah ve
Rasûlüne aittir. Zira, Allah bir şeye bir isim verdiğinde, o şey
hakkında o ismin kullanımı hakikî bir kullanım olmaktadır. Dolayısıyla
İbn Hazm, kelimelerin lügavî delâlet düzeyinden şer’î delâlet
düzeyine aktarımını yeni bir oydaşma/uzlaşma olarak değerlendirmiş, pek tabi
ki aslî oydaşma/uzlaşma gibi yeni oydaşmanın/uzlaşmanın da ilâhî bildirime dayalı
olduğunu ifade etmiştir.
İbn Hazm, mecâzın, yalnızca lügavî delâlet düzeyinde yani şer’î
olmayan delâlet çerçevesinde gerçekleşen anlam aktarımı itibariyle
söz konusu olabileceğini ifade ederken bu durumda mecâzın geçerliliğinin,
burhâna dayalı olma şartına bağlı olduğunun da altını
çizmiştir. Zira, ona göre vaz’î delâletin dışına çıkılması, ancak,
ortada, kelâmın vaz’î anlama hamlini engelleyen bir nass veya yakîn
bildiren bir icmâ veya duyu ve akıl zarureti olması durumunda söz
konusu olabilir.
Yukarıda mecâz konusunun dinî nassların anlaşılmasıyla ilgili
olması sebebiyle dilsel bir mesele olmanın ötesinde, doğrudan tefsir
ve tevil konusuyla irtibatlı olduğuna işarette bulunmuştuk. Bu
irtibat İbn Hazm’ın anlayışında daha da belirgindir. Zira İbn Hazm,
nihai tahlilde mecâzı tevile eşitlemektedir. Çünkü ona göre tevil, “bir
lafzın, dilde vazedildiği zâhirî anlamından alınarak bir başka anlama
aktarılması”ndan ibarettir ki bu da mecâzın ta kendisidir. Ancak
bunun hak/makbul bir tevil olabilmesi için aktarımın, emrine itaat
vacip olan biri tarafından yapılması ve bir burhana dayanması
zorunluluk arz etmektedir. Bu şartları taşıyan tevil sahih tevil olup,
gerçekte, nassın zâhirinin ötesine gitme olmamaktadır. Bu şartları
taşımayan tevil ise tahrife eşdeğerdedir. İbn Hazm bu anlayışı
gereği Bakara 2/42 âyetinde taşa nispet edilen ‘haşyet/korkma’ fiilini
zâhirinin gerektirdiği anlamın ötesinde bir anlama yormuş; keza
beşeri birtakım uzuv ve unsurların Allah’a nispet edildiği âyetleri de
bu nitelikte görerek bu tarz âyetlerde Allah’a nispet edilen ‘vech’,
‘cenb’, ‘istivâ’ gibi kelimeleri tevile gitmiş, diğer bir ifade ile bu
kelimelere, zahirlerinin gerektirdiği anlamın dışında bir anlam takdir
etmiştir. Sözgelimi o, Bakara 2/115 âyetindeki ‘vechullah’ ifadesini
‘Allah’ın kendine yönelen kimseyi bilmesi ve yönelişini kabul etmesi’
olarak, Zümer 39/57 ayetindeki ‘cenbullah’ ifadesini ‘Allah’a ibadet’
olarak, Tâhâ 20/5 ayetindeki ‘istivâ’ kelimesini ise ‘arşı yaratma’
olarak tevil etmiştir.(Bu tevilin temel nedeni ise selef-i salihinin “müteşabih” olarak kabul ettiği bu ayetlerin ibn hazm tarafından “müteşabih olarak kabul edilmemesi en önemli etkendir.daha önce de bahsi geçtiği üzere ibn hazm mütesabihat konusunda ibn Abbas’la aynı görüştedir.)
İbn Hazm’ın haberî sıfatları tevile gitme şeklindeki bu yaklaşımını,
zâhirî anlama bağlı kalma yöntemine muhalefet olarak
değerlendirenler olmuş olsa da, kanaatimizce bu doğru değildir.
Çünkü, İbn Hazm’ın her halükarda zâhirî anlamın esas alınacağı ve
zâhirî delâletin ötesine kesinlikle gidilemeyeceği şeklinde bir kanaati
dillendirdiği vaki değildir. Zira İbn Hazm, kelâmın zâhirî delâlet
düzeyinde anlaşılmasını temel bir ilke olarak benimsemiş olmakla
birlikte, zâhirî anlamın ötesine gidilebileceği durumların imkânını da
bütünüyle olumsuzlamış değildir.
İbn Hazm’ın anlam aktarımı/mecâz ve tevil konusuyla ilgili
açıklamaları göstermektedir ki onun anlayışına göre dilsel delâlet,
naklî delâleti ve duyu zarureti gibi aklî delâleti esas almak
zorundadır; dolayısıyla dilsel delâlet, delâletler sıralamasında naklî
ve aklî delâletten sonra gelmektedir. Diğer bir ifadeyle İbn Hazm’ın
zahiri oluşu, onun, delâleti yalnızca metnin dilsel analizi çerçevesinde
tespit ettiği gibi bir anlama, dolayısıyla da dilsel delâleti
öncelediği manasına gelmez. Tam aksine o, delâletin tespitinde
sürekli olarak ‘nassı’ ve ‘duyu/akıl zaruretini’ esas almakla, dilsel
delâletin naklî ve aklî delâlete bağlı olduğunu ifade etmektedir.
Dolayısıyla İbn Hazm’ın zahiriliğinin merkezinde dilsel delâlet değil,
naklî ve aklî delâlet vardır. Şöyle ki İbn Hazm’a göre düşünme
faaliyeti bedîhî/apriori olanla başlar ki ‘parçanın bütünden küçük
olması’, ‘iki zıttın bir arada bulunamayacağı’, ‘bir cismin aynı anda
iki farklı yerde olamayacağı’, ‘tek bir mekânın iki farklı cisim
tarafından aynı anda işgal edilemeyeceği’, ‘failsiz bir fiilin vuku
bulamayacağı’ bunların başında gelmektedir. Bütün bunlar İbn
Hazm’ın aklî bilgiyi diğer bilgi türlerine öncelediğini gösterir.
Dolayısıyla onun delâlet anlayışıyla ilgili olarak Câbirî’nin şu
tespitlerine hak vermemek mümkün değildir: İbn Hazm’ın
gerçekleştirmeye çalıştığı “yeni yapılanmanın temeli, beyanı burhan
üzerine temellendirmek ve irfanı/gerçeğe ulaştıran güçlü sezgi- bütünüyle sistemden dışlamaktır…
İbn Hazm’ın zahirîliği, zannedildiği gibi, aklın alanını sınırlayan lafızcı
bir nass zahirîliği değil, nassa ama sadece nassa bağlı eleştirel ve
akılcı eğilimli bir zahirîliktir”.
E. METİN-YORUMCU İLİŞKİSİ AÇISINDAN İBN HAZM’IN YORUM
TELÂKKÎSİ: YORUMDA ÖZNELLİK-NESNELLİK
İbn Hazm’ın ‘anlam’ı metnin zâhirî delâlet düzeyinde ifade ettiği
mânâ olarak değerlendirmesi şunu ortaya koymaktadır: Metnin
nesnel ve bağımsız bir varlığı söz konusudur, anlamayı mümkün
kılan da budur. Öte yandan anlama etkinliğinin amacı dilsel analiz
araçları yardımıyla metindeki zâhirî anlam düzeyini ortaya
çıkarmaktır. Zira mütekellimin muradı metnin dilinde gizlidir, ona
dilsel analiz yoluyla ulaşılabilir. Lakin İbn Hazm her ne kadar
‘anlama’nın merkezine metni ve metnin zahirînin taşıdığı delâleti
koyuyor gözükse de anlama etkinliğinde yorumcunun rolünü
bütünüyle de göz ardı etmemekte ve anlama etkinliğini insan aklının
müdahalesine tamamen kapatmamaktadır. Çünkü, İbn Hazm’ın
“nasslar bizatihi açıktır, açıklaması kendi içindedir, anlaşılmaları ve
anlamlarının kavranması noktasında dil bilgisi dışında bir şeye
gereksinimleri yoktur”. şeklinde özetlenebilecek olan zâhirî delâlet
vurgusu, onun, kelâmı, zâhirî anlamı dışına hamletmeye veya tevile
gitmeye karşı olduğu şeklinde bir izlenim uyandırsa da, “kelâmın
dilde vazedildiği zahirine (anlamına) yorulması farzdır, bu, yalnızca
bir nass veya icmâ ile çiğnenebilir” şeklindeki ifadelerinin de
belirttiği üzere o, tevili bütünüyle olumsuzlamamış, zâhirî manaya
hamline engel bir başka nass veya icma bulunması durumunda
kelâmın, zâhirî anlamı dışına hamledileceğini söylemiştir. İbn
Hazm’ın bu ifadeleri, anlama faaliyetinin metnin dilsel analizi dışında
bir başka yöne de sahip olduğunu göstermektedir ki o da kelâmın,
dilsel analiz sonucunda elde edilen zâhirî anlamının bir nass veya
icmâ ile çelişip çelişmediğinin tespitidir. Böyle bir tespit, anlama
faaliyetinin içine yorumcuyu ve yorumcunun aklını katmaktan başka
bir şey değildir. Bu gerçek İbn Hazm’ın yorumsama/tevil anlayışının
da öznellikle muallel/eksik olduğu şeklinde bir sonucu dillendirmeye
imkan tanımaktadır. Aslında bu durum onun nakil kadar akla ve
duyuya vurgu yapan ‘burhanî yöntemi’nin bir sonucudur. Zira
dile/beyana ait kıyası reddedip burhana/felsefeye ve dolayısıyla
kıyasa göre çok daha subjektif bir yorum enstürmanına itibar
etmenin böyle bir öznelliği ve subjektifliği tevlit etmesi kaçınılmazdır.
SONUÇ
1. İbn Hazm’ın Kur’ân tarihi ile ilgili açıklamaları “Kur’ân
metninin derlenmesi ve Mushaf haline getirilip çoğaltılması”
faaliyetleri ile “yedi harf” ve “Kur’ân kıraatları” konularıyla sınırlı bir
muhtevaya sahiptir. İbn Hazm’ın bu konularla ilgili olarak daha
ziyade İslam düşünce geleneğinde dillendirilmiş belli yorumları
benimseyip sair görüşleri eleştirmekle yetindiği, orijinal sayılabilecek
bir katkıda bulunmadığı görülmektedir. Sözgelimi Kur’ân metninin
mevcut iç düzeninin Allah’ın bildirmesiyle gerçekleştiği, dolayısıyla
âyet ve sûrelerin tertibinin tevkîfî olduğu; Hz. Osman zamanında
gerçekleştirilen istinsah/çoğaltma faaliyetinde Kur’ân metni üzerinde hiçbir
tasarrufta bulunulmadığı, bu sebeple de Osman Mushaflarının yedi
harfin tamamını içerdiği; yedi harfin ‘Kur’ân kelimelerinin okunuş
farklılığı’nı ifade ettiği ve meşhur kıraatlar arasındaki ihtilafların
temerküz ettiği yedi noktadan ibaret olduğu şeklindeki kanaatleriyle,
Kur’ân’ın okunması hususunda lafızdan ziyade mananın önemli
olduğu içeriğindeki ‘Kur’ân’ın anlam merkezli okunup aktarılması’
telâkkîsiyle ilgili düşünceleri bu niteliktedir. İbn Hazm’ın bu noktadaki
tek katkısının, anılan görüşlerin temellendirilmesi ve karşıt
düşüncelerin eleştirisine destek sağlamaktan ibaret olduğunu
söyleyebiliriz. Öte yandan bu noktada bir diğer tespit olarak şunu da
ifade edebiliriz: İbn Hazm, anılan konularda daha ziyade
Bâkıllânî’nin fikirlerinden beslenmiş veya o paralelde açıklamalarda
bulunmuştur. İbn Hazm ile Bâkıllânî arasındaki bu paralellik iki
şekilde izah edilebilir. 1. Muhtelif coğrafyalarda yaşamış olan ve
özellikle de çağdaş bulunan alimlerin benzer fikir ve kanaatleri
dillendirmiş olması her zaman için mümkündür. 2. Endülüslü alimler
Doğu İslam dünyasındaki eserlerden haberdardırlar, dolayısıyla
Endülüsteki ilmî faaliyetler yoğun bir biçimde Doğu İslam dünyasından
beslenmiştir. İbn Hazm gibi Doğu İslam dünyasındaki
fikirlere muttalî olan –ki başta el-Fasl ve el-İhkâm olmak üzere
eserleri onun böyle birikime sahip olduğunu göstermektedir- biri için
ikinci ihtimalin daha geçerli olacağı kanaatindeyiz.
İbn Hazm’ın Kur’ân tarihiyle ilgili izahlarında nadiren de olsa
orijinal telâkkîlere rastlamak da mümkündür. Nitekim kıraatların
kabul veya reddinde hangi ölçütlerin esas alınacağı hususundaki
görüşleri orijinal tespitler içermektedir. Şöyle ki İbn Hazm’a göre
kıraatların kabulünde dayanak alınacak yegâne ölçüt nakildir, yani
söz konusu kıraatın merfû haber olarak aktarılmasıdır. Dolayısıyla
Mushaf imlâsının (resm-i Osmânî’nin) bu noktada bir ölçüt kılınması
söz konusu olamaz. Çünkü Mushaf imlâsı tevkîfî değildir. Kıraat
alimleri bir yana dilcilerin dahi kıraatların kabulünde bir kriter
olarak değerlendirdiği Mushaf imlâsını İbn Hazm’ın bir ölçüt olarak
görmemesi kayda değerdir.
2. İbn Hazm’ın Kur’ân ilimleriyle ilgili değerlendirmeleri de yine
İslam düşünce geleneğinde dillendirilmiş belli yorumları benimseyip
sair görüşleri eleştirme şeklinde tezahür etmektedir; dolayısıyla bu
konularda da orijinal sayılabilecek telâkkîleri bulunmamaktadır.
Nitekim bu meyandaki açıklamalarının, konunun tefsir geleneğinde
fikir ayrılığına mahal teşkil eden yönler üzerine odaklanıyor olması,
bunun bir göstergesidir. İbn Hazm’ın Kur’ân ilimleriyle ilgili
değerlendirmeleri, onun bu noktada eklektik/uzlaşmacı bir fikir yapısına sahip
olduğu şeklinde bir sonucu dillendirmeye imkan tanımaktadır. Zira
ilâhî hitabın tabiatını değerlendirirken Eşarîlerin kelâm-ı nefsî
anlayışını benimsemesine karşın i’câzda Nazzâm tarafından formüle
edilen mutezilî i’câz teorisi sarfeyi kabul etmesi bunun bir
göstergesidir.
3. İbn Hazm’ın zâhirî delâlet vurgusu, onun delâlet anlayışının
merkezine dilsel delâleti yerleştirdiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira,
onun anlayışına göre dilsel delâlet, naklî delâleti ve duyu zarureti
gibi aklî delâleti esas almak zorundadır; dolayısıyla dilsel delâlet,
delâletler sıralamasında naklî ve aklî delâletten sonra gelmektedir.
Diğer bir ifadeyle İbn Hazm’ın zâhirî oluşu, onun, delâleti yalnızca
metnin dilsel analizi çerçevesinde tespit ettiği gibi bir anlama, yani
onun dilsel delâleti öncelediği manasına gelmez. Tam aksine o,
delâletin tespitinde sürekli olarak ‘nassı’ ve ‘duyu/akıl zaruretini’
esas almakla, dilsel delâletin naklî ve aklî delâlete bağlı olduğunu
ifade etmektedir. Bu bakımdandır ki İbn Hazm’ın zahiriliğinin
merkezinde dilsel delâlet değil, naklî ve aklî delâlet vardır. Buradan
hareketle İbn Hazm’ın aklî delâleti, naklî ve dilsel delâlete önceleyen
bir epistemolojik perspektifi benimsediğini söyleyebiliriz.
4. İbn Hazm’ın zahirî anlam vurgusu, onun, yorumda belli bir
nesnellik yakalama çabasının bir sonucudur. Ancak o, yorum
faaliyetinin, dilsel analiz neticesinde elde edilen zâhirî anlamın diğer
nasslarla ve duyu ve akıl zarureti ile örtüşüp örtüşmediğinin
tespitinin yapılmasıyla tamamlanacağını, bu noktada bir örtüşme
olmaması durumunda zâhirî anlamın terk edileceğini söylemektedir
ki bu düşüncesiyle de aslında öznel bir zemine kaymış olmaktadır.
Bu da hangi tür bir yorum anlayışı benimsenirse benimsensin
öznelliğin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Zira aslında yorum
demek öznellik demektir. Çünkü yorumcunun nassın okunuşunu
önceleyen bir duruşu vardır ve anlama bu duruşu esas almaktadır.
Bütün bunlar aynı zamanda zahirîliğin nass-yorum ilişkisinde belli
bir yere kadar soluğu olduğunu göstermesi bakımından kayda
değerdir.
5. İbn Hazm’ın bilgi kuramında bir taraftan nassın otoritesine
merkezî konum atfederek beyânî bilgi104 üzerine vurgu yapmasına
karşın diğer taraftan bir yönüyle akıl ve mantığın verilerine dayalı
düşünmenin esas alındığı burhânî bilgiye atıfta bulunması onun, çok
rahat bir biçimde, zâhirî ulemadan biri olarak değerlendirilemeyeceğini
göstermektedir. İbn Hazm’ın burhânı esas alma çabası ise
kanaatimizce V. asırda özelde Endülüs genelde ise bütün İslam
dünyasında yaşanan siyasi krizle irtibatlıdır. Görünen o ki İbn Hazm,
Endülüs Emevi devletinin sukûtu ile neticelenen ve ülkenin parça-
lanmışlığıyla son bulan bu siyasi krize, düşünsel bir krizin eşlik
ettiğini düşünmüş, bu yüzden de çöküş döneminin sebep olduğu ve
usul ve furûun korunmasına özen gösteren, bu yönüyle taklitten
öteye gitmeyen bu düşünsel krizden çıkışı, dinin ana kaynaklarına
burhanı esas alan bir bakışla yeniden dönmede görmüştür. Diğer bir
ifadeyle Cüveynî (ö. 478/1058) gibi usulcüler bu krizden, düşüncenin,
şer’î/küllî maksatlar üzerinde yeniden yapılandırılmasıyla
çıkılabileceğini düşünüp ‘dinin küllî ve zarûrî makâsıdı’ mefhumunu
işlevsel kılmaya çalışırken105, İbn Hazm, bunun, beyanın burhan
üzerine temellendirilmesiyle mümkün olacağını savunmuştur.
Parantez içindeki açıklama blog sahibine aittir
M.E. Maşalı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder