KİTAB HAKKINDA...
İnsan, İlah’ın ne olduğunu, Rabb'ın ne
anlama geldiğim, ibadetin neden ibaret olduğunu, Dinin neye dendiğim anlamazsa,
şüphesiz, Kur'an-ı Kerim'in tamamı onun gözleri önünden, manasından hiçbir şey
anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider. Bu durumda da
Tevhid'in hakikatini bilemez; şirkin mahiyetini kavrayamaz. ibadetini Allah'a
tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, dininde de ihlasla Allah'a yönelemez. Bu
dört terimin ifade etmek istediği mana, şahsın zihninde kapalı, karışık kalırsa
ve onların manaları hakkında insanın bilgisi noksan olursa, tabi ki ona
Kur'an-ı Kerim'in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler de karışık görünür.
Kur'an-ı Kerim'e inanmakla beraber inancı ile bütün amelleri noksan kalır.
YAZAR HAKKINDA...
Ebu'l-Â'lâ Mevdudi 1903 yılında Pakistan'ın Haydarabad
Dekkan bölgesinde doğdu. Hint Yarımadasının büyük âlim yetiştiren ailelerinden
birine mensup olan Mevdûdî'nin babası, çocuğunu İngiliz sömürge eğitiminden
uzak özel bir eğitimle yetiştirdi. Özel öğretmenlerden aldığı derslerle yetişen
Mevdûdî, İngilizce, Arapça ve Farsça'yı öğrendi.
1920'de
babasının vefatı üzerine çalışma hayatına atıldı ve 17 yaşında iken Hint Kıtası
müslümanlarının büyük bir ilgi ile izlediği "el Camiat"gazetesinin
Yazı İşleri Müdürlüğüne getirildi. Daha sonra "Tercüman'ul Kur'ân"
adıyla bir gazete çıkarmaya başladı. Pakistan'ın bağımsız bir devlet olarak
kuruluşundan sonra da Cemaat-i İslâmiyye'yi kurdu ve 1976 yılına kadar bu
teşkilâtın liderliğini sürdürdü.
Ebû'l-A'la
Mevdûdî, fıkıh, ekonomi, siyaset, tarih, siyer, sosyoloji, kültür tarihi ve
Kur'ân ilimleriyle ilgili önemli eserler yazdı; eserleri birçok dile çevrildi.
Yüzyılımızın en büyük bilginleri arasında yer alan Mevdûdî, 1979 yılında vefat
İLAH - RAB - İBADET - DİN
Kur'ani kavramların temeli ve
Kur'an'ın mesajı bu dört kelimenin çevresinde odaklanmıştır. Kur'an-ı Kerim'in
çağrısının özü şudur: Allah bir ve tek İlâhtır; ortağı yoktur. Kulların muhtaç
olduğu tek Rab'dır. On’dan başka ilâh da yoktur; Rab da... İlâh'lık ve
Rab'lıkta kimse O'na ortak olamaz. İnsana gerekli olan, O'nu tek ilâh olarak
kabul etmesi, O'ndan başkalarını Rab kabul etmemesi, başkasının ilâhlığım
tanımaması, yalnız O'na ibâdet edip başkasına tapmaması, dinini Allah-u Teâlaya
tahsis etmesi, O'nun dininden başka bütün dinlere karşı koymasıdır.
Nitekim bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle
açıklanmıştır:
"Biz senden evvel
hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahy etmiş olmayalım: Gerçek şudur
ki, benden başka hiçbir ilâh yok. O halde bana ibâdet edin" (Enbiya, 25)
"Oysa onlar, tek
olan bir İlâh’a ibâdet etmekten başkasıyla emr olunmadılar. O'ndan başka ilâh
yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe, 31)
"Hakikat şu (tevhid
ve İslam dini) bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O
halde (başkasına değil) bana kulluk edin" (Enbiya, 92)
"De ki: "O,
her şeyin Rabb'ı iken ben Allah'tan başka bir Rabb mı arayacağım?" (En'am,164)
"Artık kim Rabb’ına
kavuşmayı ümit ediyorsa salih bir amel işlesin. Ve Rab'bına ibâdette (hiçbir
kimseyi ve hiçbir şeyi) ortak tutmasın" (Kehf, 110).
"And olsun ki, biz
her ümmete: "Allah'a kulluk edin, tağuttan sakının" diye (tebligat
yapması için) bir peygamber göndermişizdir". (Nahl, 36)
"Şimdi onlar
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa
(hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayette O'na döndürülüp
götürüleceklerdir." (Âl-İmran, 83)
"De ki: Ben,
Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibâdet etmemle emr olundum." (Zümer, 11)
"Şüphe yok ki Allah
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz.Öyle ise O'na kulluk edin. İşte doğru yol
budur." (Âl-i İmran, 51)
Bu birkaç ayeti yalnızca örnek olsunlar
diye sıraladık. Aslında Kur'an-ı Kerim'in hidayet ve irşad olarak getirdiği her
şey sadece bu dört terim etrafında döner. Kitab-ı Hakîm'in konusu ve temel
görüşü şu dört esastan ibarettir:
Allah, Rab ve ilâhtır. O'ndan başka ilâh
da Rab da yoktur. İnsanın yalnızca O'na ibâdet etmesi gerekir. Din'in sadece
O'na has kılınması gerekir.
DÖRT TERİMİN ÖNEMİ
Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek,
anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kavramdan her birinin
gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini
anlaması gerekir. İnsan ilâhın ne olduğunu, Rabb'in ne anlama geldiğini,
ibâdetin neden ibaret olduğunu, dinin neye dendiğim anlamazsa, şüphesiz,
Kur'an-ı Kerim'in tamamı onun gözleri önünden, mânâsından hiç bir şey
anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider. Bu durumda da,
tevhidin hakikatini bilemez; şirkin anlamını kavrayamaz; ibâdetini Allah'a
tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, Din'inde de ihlasla Allah'a yönelemez. Bu
dört terimin ifâde etmek istediği mânâ zihinlerde kapalı, karışık kalırsa ve
onların mânâları hakkında insanın bilgisi noksan olursa,tabii ki ona Kur'an-ı
Kerim'in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler karışık görünür. Kur'an-ı
Kerim'e inanmakla beraber, inancı ile bütün amelleri noksan kalır. Durmadan
"Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhidini tekrarladığı halde
Allah'tan başka birçok ilâhlar edinir. Her zaman Allah'tan başka Rab olmadığını
söyler durur; fakat pratikte Allah'ın dışında başka Rablara itaat eder; boyun
eğer. Bütün doğruluk ve ihlası ile Allah'tan başkasına ibâdet etmediğinden,
O'ndan başkasına boyun eğmediğinden dem vurur da bunun yanında Allah'tan gayri
bir çok ilâhların kulluğuna bağlanır, kalır. Yine aynı şekilde bütün şiddet ve
kuvvetiyle Allah'ın dininin gölge ve himayesinde olduğunu bağıra bağıra söyler.
Birisi kalkıp kendisini İslam'dan başka bir dine nisbet ederse, ona hücum eder,
savaş açar da, bütün bunlara rağmen çeşitli dinlere bağlanmış olarak yaşar
durur.
Şüphesiz ki bu şahıs Allah'tan başkasına dua
etmez, O'ndan başkasını ilâh ve rab olarak adlandırmaz. Lakin bunu sadece dili
ile yapar. Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı anlamda bir çok ilâhlar,
çeşitli rabler edinir de, bundan haberi bile olmaz. Bu durumdaki birisine,
başka başka ilâh ve rableri Allah'a ortak ettiğim ve dinde şirk koştuğunu
anlatarak uyandırmak istediğin zaman üzerine hücum eder ve buna şiddetle tepki
gösterir. Ama o gerçekte, dinin ve ibâdetin gerçek amaçları bakımından şüphesiz
ki Allah'tan başkasına ibâdet etmekte ve O'nun dininden başka bir dine girmiş
bulunmaktadır. Buna rağmen böyle bir kimse, gerçekte işlediği amellerin Allah'tan
başkasına kulluk anlamına geldiğim bilmez. Oysa içinde bulunduğu durum, aslında
Allah'ın hoşnutluğunu taşımayan başka bir Din'in ifadesidir.
Hatalı Anlayışın Gerçek Sebebi:
Cahiliyet devri ile onu izleyen İslam devirlerine
baktığımızda şu gerçeği görüyoruz: Kur'an Kerim, Araplar arasında nazil olup
onlara sunulduğu zaman, onlardan her şahıs ilâh'ın mânâsının ne olduğunu,
rabdan neyin kastedildiğini anlıyorlardı. Zira ilâh ve rab kelimelerini öteden
beri dillerinde kullanılıyordu. Bu iki kelimenin anlattığı bütün mânâları
kuşatan bir bilgiye sahiplerdi. Bunu için onlara: "Allah'tan başka ilâh
yoktur" dendiğinde, ne demek istendiğini ve neye davet olunduklarım
tamamen anlıyorlardı. Belirsizlik ve karışıklığa meydan vermeksizin, konuşanın
neyi yok saydığı ve Allah'tan başkasını ne ile vasıflandırmaktan menettiği,
hangi şeyi Allah'a tahsis edip, O'na ihlasla has kıldığı insanlar tarafından
açıkça anlaşılıyordu. Küfredenler küfürlerinin Allah'tan başkasının ilahlık ve
rab lığı ile neyi iptal ettiğini açıkça bilerek küfrediyorlar, iman edenler bu
inancı kabul etmenin neleri gerekli kıldığını veya nelerden uzaklaşmalarını
öngördüğünü kesin bir şekilde bilerek inanıyorlardı.
Din ve ibâdet kelimeleri de aynı şekilde
dillerinde oldukça yaygın idi. "Kurun ne olduğunu, hangi tavır ve duruma
"kulluk" denildiğini, "ibâdet" ismi verilen amelî programın
neden ibaret bulunduğunu, "din"den neyin kastedildiğini, bu
kelimelerin içine aldığı mânâların neler olduğunu tamamen biliyorlardı. O bakımdan
onlara: "Allah'a ibâdet edin, tağutlardan sakının, Allah'ın Dini'ne, diğer
bütün dinlerle ilişkiyi tümden keserek girin" denildiği zaman, bu Kur'ani
davetin mânâsını anlamakta hataya düşmüyorlardı. Bu kelimeleri işittikleri
zaman, bu davetin, kendilerinin yaşam tarzlarında ne tür bir değişikliği
gerçekleştirmek istediğini gayet iyi anlıyorlardı.
Lakin bu parlak devri takib eden
zamanlarda, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu devirdeki insanların arasında
bilinen bu kelimelerin mânâları doğru ve gerçek mânâlarından sapmaya başladı.
Hatta bu dört kelimeden her biri, daha önce ifâde ettikleri geniş mânâlarını
kaybederek daralmaya başladılar. Böylece kapalı, müphem ifâdeleri ile özel,
sınırlı, dar mânâ kalıplarına sıkışıp kaldılar. Bu durumun iki sebebi vardı:
1.Sonraki devirlerde halis Arapça’nın
yozlaşması ve arap zevk-i seliminin azalması.
2.İslam toplumunda doğup yetişenler
açısından ilâh, rab, ibâdet, din kelimelerinin, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu
zamanki câhili toplumda ifade ettiği etkili anlamın, o boyutta etkili olmaktan
çıkmış olması.
Bu iki nokta son devir müfessir ve
dilcilerini, Kur'an kelimelerinin çoğunu, asıl anlamları yerine, kendi
dönemlerindeki müslümanların anlayışlarına göre açıklamaya sürüklemiştir. İşte
bundan örnekler:
İlâh kelimesini, heykel kelimeleriyle eş
anlamlı gibi açıklamaya koyuldular.
Rab kelimesini, terbiye eden, yetiştiren,
halkın eğitimi ile ilgilenen otoritelerle eş anlamlı yaptılar.
İbâdet kelimesine, mezhep (Religion)
kelimesinin anlamını yüklediler.
Tâğût kelimesini, put ve şeytanla tefsir
ettiler.
Neticede insanlar, Kur'an'ın dâvetindeki
hakiki gayeyi, öz maksadı idrak edemez oldular. Kur'an, onları Allah'tan
başkasını ilâh edinmemeye çağırdığı zaman, putları terk etmekle, heykellerden
kaçınmakla Kur'an'ın isteklerini hakkıyla yerine getirdiklerini zannettiler.
Hakikatte ise, ilâh kavramının içine aldığı bütün diğer mânâları ile putlar ve
heykellerden başka şeylere yönelmekte devam edip durdular. Bu amelleri ile,
Allah'tan başkasını ilâh edindiklerinin farkına bile varmadılar. Kur'an-ı
Kerim, "Allah, hakiki Rab'tır. O'ndan gayrisini Rab edinmeyin"
deyince: "İşte biz o kimseleriz ki, Allah'tan başkasının mürebbimiz ve
işlerimizi de gözeten olmadığına inanırız. Bununla da tevhid yolunda imanımız
olgunluğa ermiştir" derler. Ancak onların çoğu, "Rab" kelimesinin
kapsadığı ve "mürebbi" anlamı dışında kalan diğer mânâları açısından,
Allah'tan başkasının Rablığına teslim olmuş oluyorlar. Kur'an'ın onlara:
"Allah'a ibâdet edin, tağutlardan sakının" diye hitâb ettiği zaman:
"Putlara tapmayız; Şeytana kin besler, lanetleriz; Allah'tan başkasına
huşu duymayız. Kur'an'ın bu emrine tam bir bağlanışla uyarız" derler.
Halbuki taşlardan yontulmuş putlar haricinde, nice tâğutların eteklerine, zaman
zaman ilâhlığın dışında olmak üzere sımsıkı yapışmakta devam edip dururlar.
İbâdetin diğer çeşitlerini, Allah'tan başkasına tahsis ederler.
Bunu din hususunda da söyleyebiliriz.
İnsanlar, dini Allah'a samimiyetle has kılmak tabirinden İslam Dini'ne mensup
olup, Brahmanist, Yahudi ve Hristiyan v.s. olmamak mânâsını çıkarıyorlar.
Bundan dolayı da, İslam Dini'ne mensup olduğunu söyleyen her şahsın dinini
samimiyetle Allah'a has kıldığını zannediyorlar. Oysa ki onlardan birçoğu, din
kelimesinin içine aldığı geniş mânâlar yönünden, hiç de dinlerini ihlasla
Allah'a has kılan kimseler değillerdir.
Hatalı Anlayışın Neticeleri:
Tartışılamayacak gerçek şudur:
Kur"an öğretilerinin çoğu insanlara gizli kalmıştır. Hatta diyebiliriz ki,
O'nun yüce ruhu ve mesajının temeli -başka bir sebep olmaksızın- yalnızca bu
dört esas terimin, cehalet perdesi ile kapanması neticesinde kaybolmuştur. İşte
bu, kendilerini Müslüman sayanların İslam Dini'ni kabul etmelerine rağmen iman
ve amellerinde zayıflık ve eksikliğe sebep olmalarının en büyük etkenidir.
Bütün bunlardan dolayı Kur'an-ı Kerim'in hakiki gayesinin açıklığa kavuşması
için, bu dört terimin eksiksiz bir şekilde açıklanması gerekmektedir.
Bununla beraber bu terimlerin ifâde
ettiği mânâları daha önce yazmış olduğum bir kaç makalede özetlemeye teşebbüs
etmiş idim. Ancak şu ana kadar yazdıklarım, bu konuda zihinlere yerleşmiş olan
hataları söküp atmaya kâfi gelmeyecektir. Bazıları bununla kanaat etmeyip
yeterli görmeyecekler, bu açıklamaları rahatlıkla kabul edemeyeceklerdir. Zira
onlar, bu kelimelerin mânâları olarak, Kitab-ı Aziz'in ayetlerini delil
göstermeksizin meydana getirdiğim bütün açıklamaları, kafamda tasarladığım
şahsi görüşlerim zannedecekler. Görünen de odur ki, benimle aynı görüşü
paylaşmayanları ve bu hususta bana muvafakat etmeyenleri ikna etmek mümkün
değildir. Bundan dolayı, elinizdeki kitapta bu dört terimin ifade ettiği
mânâları, Kuran'dan çıkardığım deliller ve lügat kitaplarında yer alan izahlara
dayanarak açıklamak istedim.
Allah izin verirse, söze evvela İlâh
kelimesi ile başlayacağım. Sonra sırası ile Rab, ibâdet ve Din kelimelerine
geçeceğim.
Ebu'l-A'lâ Mevdûdî
İLAH KELİMESİNİN DİL YÖNÜNDEN ARAŞTIRILMASI
(İlah) kelimesi :Lugat kitaplarında yer alan bu kelimeyle ilgili
açıklamalar Tefsir-u İbni Kesir , 1. 19-20;Taberi Tefsiri haşiyesinde ki
Nisaburi Tefsiri 1. 65-66 sayfaların da geçmektedir.
a) ”Filana ısındım alıştım”
b) Korktuğu bir iş başına
geldi” ”Başkası onu korudu , kurtardı.”
c) ”Adam adama aşırı sevgisinden dolayı yöneldi.”
d) ”Deve yavrusu anasına düşkün oldu”
e) ”Kulluk etti”
f) ”kelimesi hicaplandı,örtündü gizlendi manasına ’den türemiştir de
denilmiştir. kökünden alınarak yukarı da gösterilen manalardan açıkça
anlaşılıyor ki ibadet,kulluk ve mabud
tanrı manası kullanılır.
1.İnsanın zihninde ibâdete ve ilâh edinmeye iten etkenin asıl kaynağı,
kişinin muhtaç ve güçsüz oluşudur.
İnsan, kendisinin
ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntılara karşı ona yardım eden,
gerektiği an onu koruyan, ızdırap ve korkusu halinde korkusundan onu emniyete
çıkaran bir varlıktan başkasına ibâdet etmeyi aklına ve hayaline bile getirmez.
2.Yine kişinin inancına göre
ihtiyaçları gideren,dualara icabet eden, isteklere cevap veren bir
varlığın,mevki bakımından yüceliğini itiraf etmekle kalmaz,kuvvet ve kudretteki
üstünlüğünü de itiraf eder.
3.Şu dünya hayatında kişinin
ihtiyaçlarının, çoğunlukla sebep ve sonuç kanunlarına göre olması ve
ihtiyaçlarını gidermek için yaptıklarının çoğunun,duygusu,görgüsü altında ve
bilgisi çerçevesinden çıkmayacak bir durumda gerçekleşmesi nefsinde o varlığa
kulluk etme arzusunu meydana getirmez.
Buna bir örnek verelim: Bir
şahıs bazı ihtiyaçlarına sarf etmek için bir mala muhtaçtır. Bunun için başka
bir şahsa gider ve ondan bir iş veya vazife ister. O da bunun isteğini kabul
ederek bir iş verir. Sonra işine göre ücretini öder. Bu işçi, inanmak şöyle
dursun işverene ibâdet etmeyi aklına bile getirmez. Çünkü O, kendisine emek
harcatan, yorulmasına yol açan işi ve iş düzenini bütün yönleriyle bilmekte,
gözleriyle müşahede etmekte, işverenin kendisi için belirlediği çalışma yöntemi
hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Çünkü kendisine tapınılan "mabud"
un kişiliği, zatı ve gücü gayb perdesi arkasında olmadıkça ve bütün ihtiyaçları
gideren gücü gizli kalmadıkça, insanın ona ibâdet etmesi mümkün değildir.
İşte bu fikirden hareketle,
mabut için isim olarak öyle bir kelime seçilmiştir ki, bu kelime, görünmezlik
ve derin şaşkınlık anlamı ile birlikte yücelik üstünlük ve şereflilik
mânâlarını da ihtiva eder.
4.Nihayet kaçınılması imkânsız tabii hallerden
biri de,insanın aşkla ve şevkle yöneleceği şahsın,ihtiyacı anında ihtiyacını
gidermeye, sıkıntıya düştüğü zaman sıkıntısından kurtarmaya, ızdıraplı
anlarında acılarım dindirmeye gücü yetsin.
Bütün bunlardan anlaşılıyor
ki, "İlâh" kelimesinin mâbûd hakkında kullanılmasına sebep olan
faktörler şunlardır: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığım vermesi, sükûnet
bahşetmesi, yüceliği ve hükmü altına alıp koruması. Bu kuvvetli varlığın
hakimiyeti mabudun ihtiyaçlarını karşılar, musibet anında onu korur. Aynı
zamanda gözlerden o derce gizli olmalı ki insanların idrak edemediği sırlardan
daha da esrarlı olsun ve insan ondan korktuğu kadar iştiyak ve sevgi de duysun.
CAHİLİYE DEVRİ İNSANLARIN İLAH DÜŞÜNCESİ
Lügatla ilgili bu
açıklamadan sonra, Kur'an'ın yok etmek için geldiği, Araplar ve diğer eski
milletlerdeki ilâh düşüncesine kısaca göz atmamız yerinde olur.Allah (c.c)
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
1-"Onlar kendileri için
bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah'tan başa düzme ilâhlar
edindiler."(Meryem, 81)
"Onlar Allah'ı bırakıp,
güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile ilâhlar edindiler"
(Yasin, 74)
Bu iki Ayet-i Kerimeden
anlaşıldığına göre câhile-yet devri insanları kendileri için ilâh olduğuna
kanaat getirdikleri varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucuları
olduklarım,onların himayelerine sığındıklarında da ahdi bozmaktan meydana
gelecek sorumluluklardan ve çeşitli korkulardan kendilerini emin kılacaklarını
zannediyorlardı.
2-"Binaenaleyh Allah'ı
bırakıp taptıkları yalancı ilâhlar, Rabb'inin azap emri geldiği zaman, onlara
hiç bir fayda vermedi. Ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı."
(Hûd,101)
"Halbuki Allah'ı
bırakıp da çağırdıkları, hiç bir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp
duruyorlar. Onlar diriler değil ölülerdir. Ne zaman dirileceklerine şuurları da
yoktur. Sizin ilâhınız bir tek Hâk'tır." (Nahl, 20-22)
"Allah ile birlikte
başka bir ilâh daha edinip tapma. Ondan başka hiç bir ilâh yok."(Burada
düşünülmesi gereken şudur: İlâh kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de kullanılışı iki
mânâdadır. Birincisi: Mabut, hak olsun bâtıl olsun ayrım yapmaksızın,
insanların pratikte kendisine taptığı şeydir. İkincisi: Hakikaten ibadete lâyık
olan mabûd. Bu âyette ilâh kelimesi iki ayrı mânâsında da
kullanılmıştır.)(Kasas,88)
"Allah'tan başkasına
tapanlar dahi hakikatte Allah'a eş tuttukları ortaklara tabi olmuyorlar. Onlar
kuru zandan başkasına uymuyorlar; onlar ancak yalandan başkasını
söylemiyorlar."(Yunus.66)
Bu ayetlerden anlaşılan bir
kaç husus:
a)Cahiliyet devri insanları,
ilâh edindiklerini sıkıntılı anlarında dua edip, yardıma çağırıyorlardı.
b) İlâhları sadece cinler,
melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce ölen şahıslar da tapılanlar
zümresine giriyordu.Nitekim "onlar diriler değil,ölülerdir.Ne zaman
dirileceklerinin şuuruna varamazlar."ayet-i kerimesi buna açıkça delalet
etmektedir.
c)Zanlarınca ilâhları
dualarını işiten ve kendilerine yardım etmeye güçleri yeten varlıklardı.
Burada okuyucuya, duanın ve
insanın ilâhtan beklediği yardımın ne olduğunun hatırlatılması gereklidir. Bir
şahıs mesela susamış olsa, hizmetçisini çağırır ve kendisine su getirmesini
emreder. Bir hastalığa yakalansa tedavi için doktor çağırır. Şahsın
hizmetçisinden veya doktordan bir şey istemesine dua diyemeyiz. Adamın
hizmetçiyi veya doktoru ilâh olarak kabul ettiğini de söyleyemeyiz. Bu, insanın
yaptığı sebep ve netice kanununa göre cereyan eden bir olay olduğu için, bu
kanunun hükmü dairesinden de çıkmaz. Lakin aynı şahıs, susuzluk veya
hastalıktan iyice bunaldığı anda, hizmetçisini veya doktoru çağıracak yerde bir
başka veli veya puttan yardım dilese, şüphesiz ki ona bir sıkıntının
giderilmesi için dua etmiş ve onu ilâh edinmiş olur. Çünkü bu kimse
kilometrelerce uzakta, mezarda yatan bir veliye dua etmektedir. Bana öyle
geliyor ki söz konusu şahıs, onu her şeyi işiten, gören, sebepler alemi
üzerinde bir çeşit egemenliği bulunan kudret ve hüküm sahibi olarak algılıyor,
dolaysıyla onun hakkında suyu ulaştırabilir ya da şifa verebilir inancına sahip
bulunuyor. Aynı şeklide sıkıntılı bir durumda su ve şifa umarak bir puta dua
etse, bunu da putun hastalık, sıhhat ve suya hükmünü geçirdiğine, tabiat
kanunları dışındaki bir manevi güçle gidermek için gereken sebepler üzerine
hükmünü geçirme kudretine sahip olduğuna inanarak yapsa, o şahsı veya putu ilâh
edinmiş olur.
Özetle, insanın ilâh
edindiği şeye dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce,
şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat
kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye götüren
düşüncedir.
3-"And olsun ki biz
kendi çevrenizde bulunan memleketleri helak ettik. Ayetleri, belki onlar
küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp
da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme ilâhlar onların azabını savmaya
yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme ilâhlar kendilerinden ayrılıp
kayboldular. Bu onların yalanlarıdır; uydurmakta oldukları şeydir."
(Ahkâf, 27,28).
"Ben, beni yaratana
neden kulluk etmeyecek misim? Siz hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ben O'ndan
başka ilâhlar edinir miyim? Eğer o çok esirgeyici Allah bana zarar vermek
isterse (iddia ettiğiniz) o şeylerin şefaati bana hiç bir fayda vermez. Onlar
beni asla kurtaramazlar" (Yasin, 22, 23)
"Onu bırakıp ta
kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:" Biz bunlara ancak bizi
Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz. Şüphe yok ki Allah, onlarla
müminler arasında ihtilaf ede geldikleri şeyler hakkında hükmünü
verecektir." (Zümer, 3)
"Onlar Allah'ı bırakıp,
kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek şeylere toparlar. Bir de; 'Bu
putlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir' derler" (Yunus, 18)
Bu ayetlerden
anlaşılabilecekler şunlardır:
Cahiliyet devri insanları,
ulûhiyetin, ilâh olduklarına inandıkları kimseler arasında paylaşılmadığı ve
hepsinden üstün bir ilâh olmadığı inancında değillerdi. Lügatlarında, Allah
kelimesi ile isimlendirdikleri her şeyden üstün bir ilâhın ilâhlığında, onların
da biraz nüfuz ve dahli bulunduğunu, isteklerinin bu yüce ilâh huzurunda makbul
olduğu, istek ve arzuların, onların şefaatleri sayesinde mümkün olduğu
noktasında toplanır. Bu gibi zanları sebebi ile, onları Allah ile birlikte ilâh
edinmişlerdir. Bunlardan da anlaşılıyor ki, bir insan birisini Allah katında
kendisi için şefaatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek
tazim ve hürmet gösterir, adaklar kurbanlar sunarsa, bütün bunlar cahiliyyet
devri insanının dilinde onu ilâh edinme, ilâh seçme adını alır(Burada
okuyucunun şunu bilmesi gerekir. Şefaat iki kısımdır: a) Gerisinde bir tür
kuvvet ve nüfuz bulunan şefaat. Bu tür şefaatte, şefaat edenin kabul edilmesi
zorunludur, b) İsteklerin içtenlikle ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak
şefaatin kabulünü zorunlu kılan bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat. Birinci
anlamda bir kimseyi Allah katında şefaatçi kabul eden kişi, hiç şüphesiz onu
ilâh edinmiş ve şefaatçiyi Allah'a ortak koşmuş olur. İşte böyle bir şefaati
Kur'an-ı Kerim kesin olarak reddeder İkinci anlamdaki şefaate gelince,
başkaları için peygamberlerin, meleklerin ve salih insanların Allah katında
bulundukları şefaat çeşididir. Allah böyle bir şefaat talebini dilerse kabul
eder, dilemezse kabul etmez.)
4)"Allah, "iki
ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilahtır. Onun için benden, yalnız benden korkun
buyurdu" (Nahl,51)
"Ben O'na eş tanıdığınız
şeylerden hiç bir zaman korkmam. Meğer ki Rabbim, hakkında bir şey dilemiş
olsun" (Enam,80)
"Biz ilâhlarımızdan
kimisi seni fena çarpmış demekten başka bir şey söyleyemeyiz." (Hud,54)
Bu ayetlerden anlaşıldığına
göre, cahiliye devri insanları şu yönlerden ilâhlarından korkuyorlardı: Şayet
her hangi bir sebeple ilâhların öfkesini çekerler veya kendilerine olan
iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık, mal ve can noksanlığı
gibi musibetlere uğrar ve çeşitli belâlarla karşılaşırlar.
5-"Onlar, Allah'ı
bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i ilâh edindiler.
Halbuki bunlar da bir olan Allah'a ibâdetten başkası ile emr olunmamışlardır.
Ondan başka hiç bir ilâh yok." (Tevbe,31)
"Heva ve hevesini ilâhı
edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi bir bekçi olacaksın?"
(Furkan,43)
"Bunun gibi onların
ortakları (olan o putların hizmetçileri) müşriklerden bir çoğuna öz evlatlarını
kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermişlerdir" (En'âm,137)
"Yoksa onların Allah'ın
izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan
ortaklar mı var?" (Şura,21)
Bu ayet-i kerimeleri düşünen
kimse, ilâh kelimesinin, daha önce geçen mânâya geldiğini görecektir. Burada
tabiat kanunları üzerine hükmünü geçiren bir otorite tasavvurundan eser yoktur.
İlâh edinilen, ya insanlardan birisi veya bizzat insanın kendi nefsidir. Bunu
ilâh edinmeleri, insanların ona dua etmelerinden veya kendilerine zarar ve
fayda vereceğine inanmalarından yahut kendisinden mükâfat beklenen birisi
olmasından ileri gelmez. Onu ilâh seçmeleri, emirlerini bir hukuk düzeni kabul
etmeleri, emrettiğini yapıp yasaklarından sakınmaları, helal ve haram kıldığı
şeylerde O'na uyarak, emirlerini kendilerine kanun telakki etmelerinden, bizzat
emretme ve yasaklama yetkisine sahip olup, ondan üstün bir otoritenin olmadığı
inancına saplanıp kalmalarından doğar.
Birinci ayetten, Yahudi ve
Hristiyanların alimlerini ve din adamlarını nasıl Allah'tan başka ilâh
edindiklerini açıkça anlıyoruz. Nitekim aynı husus, İmam Tirmizi ve İbn-u
Cerir'in, Adiyy b. Hatem (r.a.) den rivayet ettikleri hadis de şöyle
açıklanıyor: "Adiyy b. Hatem boynunda altın bir haç olduğu halde
Resulullah'ın yanına girdi. Resulullah, yukarıda bahsi geçen ayeti okuyordu.
Adiyy diyor ki "Onlar (hıristiyanlar) din adamlarına tapmazlar"
dedim. Resulullah: "Hayır taparlar: Din adamları, halka helâli haram,
haramı helâl kılar; halk da onlara uyar. İşte Hıristiyanların din adamlarına
ibâdeti budur."
İkinci ayetin mânâsı gayet
açıktır. Şöyle ki: Nefsinin arzularına uyan ve nefsinin isteklerini her şeyin
üstünde gören kimse, nefsini kendisi için ilâh edinmiş olur.
Son iki ayette ise
"ilâh" kelimesi yerine "(şürekâ) ortaklar" kelimesi
kullanılmıştır. Burada şirkten maksat, uluhiyette Allah'a ortak tutmaktır. Yine
bu iki ayete göre, herhangi bir şahsın veya topluluğun Allah'ın emrine
dayanmayan bir kanun, bir şeriat, bir belge meydana getirmeleri halinde, bu
kanun koyucusu ile Allahu Teala'ya şirk koşmuş oluyorlar.
ULUHİYET KONUSUNDA MESELENİN
ASLI
İlâh kelimesinin yukarıda
geçen çeşitli mânâları arasında kesin görüşe sahip bir kimsenin rahatlıkla
anlayabileceği mantıkî bir bağ vardır. Ne olursa olsun herhangi bir şeyi
kendisi için veli, yardımcı, kötülükleri uzaklaştıran ihtiyaçlarını gideren,
duasını kabul e-den, zarar ve fayda vermeye gücü yeten bir varlık olarak
görürse ve bütün bunları tabiat kanunları çerçevesi dışında mânâlarla anlayıp
onlar hakkında kabul ederse, bu inandığı şeyin bu âlemin nizamı üstünde,bir
otoriteye sahip olduğunu kabul etmesinden ileri gelmektedir. Yine bir kimse
birinden korkar, ondan sakınır, gazabının kendisine zarar vereceğine,
hoşnutluğunun fayda sağlayacağına inanırsa, onun bu inancının ve hareketinin
kaynağı, bu kişinin yaşadığı çevre üzerinde bir otoriteye sahip olduğu düşüncesinin
zihninde yer etmesinden doğmaktadır. Neticede itibari ile yüce Allah'a
inandıktan sonra, Allah'tan başkasına dua eden ve ihtiyaçlarını O'ndan
başkasına arz eden kimsenin bu yanlış inancı, uluhiyyet otoritesinin her hangi
bir kısmında onun, Allah'a ortak olduğuna inanmanın dışında başka bir sebepten
kaynaklanmaz. Aynı şeklide kim Allah'tan başkasının hükmünü kanun sayar, emir
ve yasaklarını uyulması gereken bir şeriat telakki ederse, onun otoritesini
üstün kabul etmiş demektir.
Sözün özü şudur: Ulûhiyetin
aslı bir otoritedir. İster insanlar onun hükmünün bu âlemde tabiat kanunlarına
hakim olduğuna inansın, isterse insanın dünya hayatında onun emrinin de itaati
ve boyun eğmeyi gerektirdiğini kabul etsin veya etmesin netice aynıdır
KURAN'IN GETİRDİĞİ DELİLLER
İşte Kuran'ı Kerim'in
Allah'tan başkasının ilâhlığını red ve tek olan Allah'ın uluhiyetini ispat
konusunda getirdiği hüccet ve delillerin esası kabul ettiği otorite düşüncesi
budur.
Kur'an'ın bu hususta
belirttiği gerçek şudur: Göklerde ve yerde bütün egemenlik, otorite ve
yetkilere mâlik olan ancak Allah'tır. Yakarma O'na mahsustur. Bütün nimetler
O'nun kudret elindedir. Emretmek sadece O'na aittir. Kuvvet, ister istemez O'na
itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. O'ndan başka otorite yoktur.
Göklerde ve yerde O'ndan başkasının hükmü geçmez. Yaratılışın sırlarını,
nizamını, idaresini O'ndan başkası bilemez.
Hükmünün selahiyetleri
hususunda kimse O'na ortak olamaz. İşte bunun için gerçekte O'ndan başka ilâh
yoktur.
Gerçekte Allah'tan başka
ilâh olmadığına göre, başkasını ilâh kabul ederek yapılan her iş temelden
geçersizdir. İster ona yapılan dua ve işlerini ısmarlama olsun; ister ondan
korkmak ve ona ümit bağlamak olsun; isterse onu Allah huzurunda bir şefaatçi
kabul etmek veya ona mutlak itaat ve emrine düşüncesizce uymak şeklinde olsun;
Allah'tan başkasına bağlanan bu maddi ve manevi bağların Allah-u Teala'ya
tahsis edilmesi gerekir. Zira O, yalnız başına bütün otoriteye mâliktir.
Kur'an-ı Kerim'in konuya
ilişkin delil gösterme üslûbuna gelince: Bunun için Kur'an'ın şu çarpıcı ve
mucizevi ifadesine bakalım:
"O, gökte de ilâh,
yerde de ilâh olan bir Allah'tır. O yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi
hakkıyla bilendir." ( Zuhruf, 84).
"Yaratan Allah,
yaratmayan gibi midir? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" (Nahl, 17).
"Halbuki Allah'ı
bırakıp da çağırdıkları nesneler, hiç bir şey yaratamazlar. Onların kendileri,
yaratılıp duruyorlar. Sizin ilâhlarınız bir tek ilâhtır. (Nahl, 20-22).
"Ey insanlar! Allah'ın
üzerinizdeki bunca nimetini kalbinizle hatırlayın; dilinizle anın. Sizi gökten
ve yerden rızıklandıracak,Allah tan gayri bir yaratan var mı?O’ndan başka
hiçbir ilah yoktur.O halde nasıl tevhidden küfre çevriliyorsunuz?(Fatır,3)
“Mekkelilere de ki:Bana
haber verin! Eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alıp sizi sağır ve kör
bırakırsa,kalplerinizin üstüne bir de mühür vurursa,Allah’tan başka onları size
getirtecek ilah kimdir?(En’am,46)
“O öyle Allah’tır
ki,kendinden başka hiç bir ilah yoktur.Önünde de sonunda hamd O’nundur. Hüküm
de O’nundur.Siz ancak O’na döndürülüp götürüleceksiniz.De ki:Eğer Allah
üzerinizde geceyi ta kıyamete kadar fasılasız devam ettirse , Allah’tan başka
size bir ışık getirecek ilah kimdir?Bana haber verin. Hala dinlemeyecek
misiniz? De ki:Eğer Allah gündüzü kıyamete kadar aralıksız devam ettirse, size
içinde dinleneceğiniz bir geceyi, Allah’tan başka getirecek ilah kimdir? Bana
haber verin.Hala görmeyecek misiniz? (Kasas 70-72)
“Habibim onlara de
ki:Allah’ı bırakıp ta O’nun ortağı olduklarını kupkuru iddia ettiklerinize
istediğiniz kadar yalvarın.Onların ne göklerde ne yerde bir zerre miktarına
bile güçleri yetmez.Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi O’nunda
bunlardan bir yardımcısı yoktur.O’nun nezdinde ,kendisinin izin verdiği
kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.(Sebe22-23)
“Gökleri ve yeri Hakkın
ikamesini sebep olarak O yarattı.Geceyi gündüzün üzerine bürüyüp
örtüyor.Gündüzü de gecenin üstüne sarıyor.Güneşe ,Ay’a boyun eğdirdi.Her biri
bir vakit için cereyan etmektedir.(Zümer 5)
"O Sizi bir kişiden
yarattı. Sonra ondan da eşini meydana getirdi.Sizin için davarlardan sekiz çift
indirdi. Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan
sonrada öbür yaratılışlar kalb edip duruyor.İşte Rabbiniz olan Allah. Mülk
O'nun. O'ndan başka hiç bir ilâh yok. Böyle iken siz nasıl olup da O'na
ibâdetten döndürülüyorsunuz?" (Zümer 6).
"(O nesneler mi) yoksa
gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için bir su indiren mi? Öyle bir su ki,
Biz onunla sizin bir ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin
bitkilerini yeşertiyoruz. Allah ile beraber bir ilâh ha? Hayır. Onlar
sapıklıkta devam eden bir topluluktur. O nesneler mi yoksa yeri karargâh yapan,
aralarından ırmaklar akıtan, ona has ve sabit dağlar kuran, iki denizin arasına
perde koyan, Allah ile beraber bir ilâh ha? Hayır. Onların çoğu (tevhidi)
bilmiyorlar. Yoksa bunalmışa, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, fenalığı
gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber bir ilâh ha?
Siz ne kıt düşünüyorsunuz? Yahut o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin
yolunuzu doğrultmakta, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci göndermekte olan
mı? Allah ile beraber bir ilâh ha? Allah onların tuttukları ortaklardan çok
yüce, çok münezzehtir. Yahut yaratmayı önce başlatan, sonra onu iade edecek
olan ve sizi gökten ve yerden mıhlandıran mı? Allah ile beraber bir ilâh ha? De
ki: "Eğer (şirk koşmanızın) doğruluğuna inanıyorsanız getirin
delilinizi." (Nemi. 60-64)
"O (Allah) ki göklerin
ve yerin mülkü O'nun-dur. Hiç bir evlat edinmemiştir O. Mülkünde O'nun bir
ortağı da yoktur. O her şeyi yaratıp, bir düzen ve bir ölçü tayin etmiştir.
Böyle iken kâfirler, O'nu bırakıp da birtakım ilâhlar edindiler ki, bunlar hiç
bir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadır. Onların,
nefisleri için ne bir zararı gidermeye, ne de bir fayda sağlamaya güçleri
yetmez. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diliriltip kabirden çıkarmaya
ise, hiç güçleri yoktur" (Furkan, 2-3).
"O, gökleri ve yeri
yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir? O'nun bir eşi de yoktur. Her
şeyi O yaratmıştır. Ve O her şeyi hakkıyla bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah!
O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. O halde O'na kulluk
edin. O, her şeyin üstünde kendisine güvenilip dayanılacak mutlak bir
vekildir." (Enam, 101,102).
"İnsanlar içinde,
Allah'tan gayrisini O'na denkler sayanlar da vardır ki, onlara Allah'a olan
sevgi gibi muhabbet beslerler. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise, her şeyden
sağlamdır. Allah'a eş tutarak nefislerine zulmedenler, azabı görecekleri zaman
bütün kuvvet ve kudretin hakikaten Allah'ın olduğunu (gözleri ile görür gibi)
bilselerdi!" (Bakara, 165)
"De ki: Allah'ı bırakıp
da tapmakta olduklarınızın ne olduğunu gördünüz mü? Onların yerden hangi şeyi
yarattıklarını bana gösterin. "Allah'ı bırakıp da, kendisine kıyamete
kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık da kimdir?
(Ahkâf,4-5)
"Eğer göklerde ve
yerde, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki harap
olup gitmişti. (Demek ki) Arşın Rabbi olan Allah (onların vasıf edegeldikleri)
her şeyden yücedir; münezzehtir. O, yapacağından mes'ul olmaz; fakat onlar
sorumlu olurlar" (Enbiya, 22, 23)
"Allah hiç bir çocuk
edinmemiştir. Onunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, elbette her bir
ilâh kendi yarattığını sürükleyip götürür ve elbette kimi kimin üstüne galip
gelip yükselirdi" (Müminûn, 91).
"De ki: Allah ile
beraber, söyleye geldikleri gibi başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde onlar
Arşın sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların söylemekte oldukları
şeylerden tamamıyla münezzehtir; yücedir; büyüktür." (İsra, 42, 43)
Bu âyetlerde baştan sona
kadar, şu temel düşünceyi buluruz: ûlûhiyet ve otorite (mutlak egemenlik)
birbirini gerektirilir; mânâ ve ruh bakımından farkları da yoktur. Otoritesi
bulunmayanın ilâhlığı mümkün olmadığı gibi, ilâh kabul edilmesi de yakışık
almaz. Mutlak otorite sahibinin ilâhlığından söz edilebileceği gibi, tek başına
ilâh oluşunun da kabul edilmesi gerekir. Çünkü herhangi bir şahsın bir ilâhtan
istediği, bütün ihtiyaçlarının yerine getirilmesi ise bunun otoritesiz
(egemenlik) bir güç tarafından yapılması mümkün değildir. Kişilerin güçsüz bir
varlığa yönelmesi ve ondan bir şeyler ümit etmesi, göle maya çalmak gibidir.
Kur’an-ı Kerim'in bu temel
fikre dayanarak delil getirdiği ifâde tarzının başlangıç ve sonucunu, tam
manâsıyla aşağıdaki şekilde anlamak mümkündür:
1.Muhakkak ki sizin
önemsemeyip basit gördüğünüz ihtiyaçların giderilmesi, zararların
defedilmesi,himaye etmek, muvaffakiyet vermek, yardım ihsan etmek, gözetmek,
korumak, dualara icabet etmek gerçekte önemsiz ve sıradan işlerden değildir.
Aksine bütün bunların, bu kâinattaki bütün yaratma, idare etme işlerini üstüne
alan bir güç ve otorite ile sarsılmaz bir bağlantısı vardır. Eğer siz en
önemsiz ihtiyaçlarınızın bile giderilmesi için gerekli nizamı düşünürseniz,
gökte ve yerde sayısız faktörlerin varlığı olmadan onların giderilmesinin
imkânsızlığım anlarsınız . Bunun için içtiğiniz bir bardak suyu veya yediğiniz
bir buğday tanesini misal alınız; sizin için hazırlanıp elinize ulaşmadan önce
güneş, toprak, rüzgar, deniz, vs. gibi nelerin onların hazırlanmasında rol
oynadığını düşünebiliyor musunuz? Hakikaten duanıza icabet, ihtiyaçlarınızın
giderilmesi ve bunlara bağlı işler basit bir otorite ile olacak işlerden
değildir. Bu öyle bir otoriteyi gerektirir ki, göklerin ve yerin yaratılışını,
gezegenlerin harekete geçirilişini, rüzgârın estirilişini, yağmurun
yağdırılmasını,kısaca bütünü ile bu kâinatın nizamının idaresini elinde tutabilsin.
2.Bu egemenlik, parçalanma
kabul etmez. Yaratma işinin bir güçte, rızık işinin diğer bir güçte olması
imkânsızdır. Nitekim meydana getirmenin birinin, hastalık ve şifanın diğerinin,
ölüm ve hayatın bir üçüncüsünün gücü dâhilinde olması da ayın şekilde
imkânsızdır. Çünkü durum böyle olsaydı, bu, kâinat düzeninde hiç bir şeyin
yerli yerinde durmasına imkân kalmazdı. O halde, bütün otorite ve
selâhiyetlerin göklerde ve yerdeki her şeyin bir hakimin kudret elinde olması
gerekir. Bu âlemin nizamı, işin böyle olmasını gerektirir; gerçek de böyledir.
3.Egemenlik, tek olan bir
egemenin elinde olursa, ondan başkasında en ufak ve ehemmiyetsiz bir miktarı
bile bulunmazsa, ilâhlık da şüphesiz O'na mahsustur; başkasının değil, sadece
O'nundur. Bu hususta ortağı da yoktur. Ondan başka birinin sana yardım etmeye,
duanı kabul etmeye, seni korumaya veya senin yardımcın, velin, vekilin olmaya,
sana bir zarar veya fayda sağlamaya gücü yetmez. Şu halde bu kabilden hatıra
gelebilecek bütün mânâlarda, (Ey insanlar!) sizin için Allah'tan başka, tek
hâkim olan Allah'a yakınlığı dolayısıyla, O'nun huzurunda şefaati kabul edilen,
sözü geçen bir ilâh olması da mümkün değildir. O'nun idaresine ait bir şeye
karşı çıkmak kimsenin harcı olmadığı gibi, O'nun işlerinden her hangi birine
müdahele etmeye de kimsenin gücü yetmez. Şefaati kabul veya red etmek sadece
O'nun irâdesine bağlıdır. Şefaatini O'nun nezdinde kabul ettirecek güç ve
kuvvete sahip bir kimsede yoktur.
4.Üstün otoritenin
gereği,hüküm ve emrin,güçlü ve tek olana ait olması ve egemenliğinin basit bir
parçasının dahi başkasına geçmemesi gerekir. Yaratmak O'na aittir. Bu hususta
ortağı yoktur. İnsanları rızıklandıran O'dur.Başkasının bu işte bir katkısı
yoktur.Bu kâinatın nizamını idare eden ve onun işlerini yürüten O'dur. Bütün
bunlarda hiçbir ortağı yoktur.
Buna göre akıl, hüküm, emir
ve kanun koymanın O'n-dan başkasının kudreti dahilinde olmadığını tasdike
mecburdur. Bütün bunlardan her hangi birinin O'na ortak oluşunu açıklayabilecek
hiçbir gerekçe bulunamaz. O'ndan başkasının, gökte ve yerdeki hükümranlığı
altında, zor durumda bulunanı kurtardığını, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını
giderdiğini, dua sahibinin duasına icabet ettiğini, sıkıntıda kalmışın
sıkıntısını giderdiğini kabul etmek affedilmez hatadır. Yine şunların da,
O'ndan başkasında bulunduğunu kabul etmek hatadır: Kendi kendine müstakil bir
egemen, istediğini dilediği gibi yapabilen bir âmir, kanun koymada mutlak
kudret sahibi bir kanun koyucu, yaratma, rızık verme, diriltme, öldürme, güneşi
ve ayı emri altına alma, gece ve gündüzü birbiri arkasına getirme, kaza kader,
hüküm, mülk, emir ve şeriat sahibi olma... Çünkü bütün bunlar tek otoritenin
muhtelif yönleri ve tek hükümranlığın değişik görüntüleridir. Hükümranlık ve
egemenlik, hiçbir şekilde parçalanma kabul etmez.
Allah tarafından gönderilmiş
bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden ve ona itaatin gerekli
olduğuna inanan, Allah'tan başkasına dua edip bir şey isteyen kimse gibi
Allah'a şirk koşmuştur. Siyasal anlamıyla kendisini mülkün sahibi, üstün ve
mutlak egemen olduğunun iddia edenin iddiası(Bu hususun etraflı açıklaması için
bk. Ebu'l-Alâ Mevdûdî, İslâm'da Siyâset Nizâmı) ilâhlık iddiasında bulunarak
insanlara: 'Ben sizin veliniz, kefiliniz, koruyucunuz ve yardımcınızım' deyip
de, tabiat kanunları dışında kalan mânâlarıyla bunu söyleyen kimsenin iddiası
gibidir.
Kur'an-ı Kerim'de yaratmada,
eşyayı takdir ve tayinde, âlemin nizâmının idaresinde Allah'ın ortağının
olmadığını bildirirken hemen onunla birlikte, egemenliğin ve mülkün de yalnız
O'na ait olduğu vurgulanmıştır.
Bu da açıkça şunu
göstermektedir: Ulûhiyyet aynı zamanda egemenlik ve mülk anlamlarını da
kapsamaktadır. Bu anlamlarıyla da Allah'a her hangi bir şekilde ortak koşmamak,
İlâh'ın birliğini kabulün gerekleri arasındadır.
Aşağıdaki ayetler, bu hususu
yukarıda geçenlerden daha açık beyan etmektedir.
"De ki: Ey mülkün
sahibi Allah'ım! Sen mülkü, kime dilersen ona verirsin; kime dilersen mülkü
ondan çekip alırsın. Kimi dilersen o’nun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu
alçaltırsın" (Ali İmran, 26).
"De ki: Sığınırım
insanların yegâne mâlikine, insanların mabuduna." (Nas,l,3)
Kur'an bunu Mü'min Sûresinde
daha açık zikreder:
"O kavuşma günü onlar
kabirlerinden fırlayıp çıkarlar. Onlardan sâdır olan hiç bir şey, Allah'a gizli
kalmaz. Allah buyurur: Bugün mülk (mutlak egemenlik ve her şeye sahip olmak)
kimindir? (Yine kendisi cevap verir:) Bir olan, her şeye hâkim ve kahhar olan
Allah'ındır" (Mümin, 16)
Yâni insanların bu
hakikatleri görmelerini engelleyen perdeler kalkıp, onların durumlarından hiç
birinin Allah'a gizli olmadığının anlaşıldığı gün, bir çağrıcı "Bu gün
mülk kimindir?" diye nida eder: Cevap: "Hükmü bütün halka üstün gelen
Allah'a aittir." Bu âyeti, Ahmet b. Hanbel'in rivayet ettiği şu hadis ne
güzel açıklıyor:
Abdullah b. Ömer'den:
Resulullah (s.a.) bir gün minber üzerinde "Müşrikler, Allah'ı hak ve layık
olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü yer küresi, toptan ancak
O'nun bir kabzasıdır. Gökler de O'nun sağ eli ile toplanıp durulmuştur. O,
müşriklerin kendisine katmakta oldukları ortaklardan münezzehtir, çok
yücedir" (Zümer, 67) âyetini okudu. Rasulullah (s.a) elini ileri geri
sallayarak şöyle buyuruyordu: " Rabbim nefsini övdü de, Ben
Cebbarım(Kırılanları onaran, eksiklikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptıran)Ben
Mütekebbirim(Her yerde ve her hâdisede büyüklüğünü gösteren), Ben Azizim(Mağlup
edilmesi mümkün olmayan galip), Ben kerimim(Sonsuz cömert, çok affeden) (diye
buyurdu.) Bunun üzerine minber, Resulullah’ı öyle salladı ki "Onu
düşürecek" zannettik. (Hadislerin kaynaklarına ve sıhhat durumlarına dâir
teknik bilgiler, kitabın sonuna eklenmiştir. Hadislerin sonuna konan Roma
rakamlarından bu bilgiler takip edilebilir)
RAB" KELİMESİNİN DİL YÖNÜNDEN
ARAŞTIRILMASI
Rab
kelimesinin
ve
şeddeli
(Zîrâ
İbn’u faris, Makâyisu'l-Lüga, II, 381-382'de rabbe maddesinde şöyle der:Re ve
be bazı esaslara delâlet eder. Birincisi: Bir şeyi ıslah etmek ve onun üzerinde
kâim olmak. Bu durumda Rab: Mâlik, yaratıcı, sahip, bir şeyi ıslah eden
mânâlarınadır. İkincisi: Bir şeyin, gerekli ve devamlı olması ve o şey üzerinde
kâim olması. Bu birinci esasa uygundur. Üçüncüsü: Bu şeyi, diğerine ilâve edip
bağlamak. Bu da evvelki mânâlara uygundur. İyice dikkat edildiği vakit
kelimenin tek mânâ etrafında döndüğü görülür) ile asıl mânâsı Terbiye"dir. Sonra bundan
tasarruf, taahhüt, ıslah etme, tamamlama, kemâle erdirme mânâları çıkmıştır.
Bütün bunlardan da yücelik, riyaset, mâlik olmak ve efendilik gibi mânâlara
gelen kelimeler doğmaktadır. Arap dilinde kelimenin değişik anlamlarda
kullanılışına ait misaller şunlardır:(Bk.Lisânü'l-Arab rab, maddesi, I, 384-394;
Kâmûsü'l-Muhit, 'rab' maddesi; el-Muhassas; XVII, s.154.)
1)Terbiye etmek , yetiştirmek , geliştirmek :
Araplar
sözü
ile "onu olgunlaşıncaya kadar terbiye etti" mânâsını kastederler.
terbiye edilen erkek çocuk,
terbiye edilen kız çocuk anlamlarına gelir.
Bu iki kelime annenin, kocasının evinde terbiye ettiği çocukları anlatır. Bu
kelime aynı zamanda "dadı" anlamına da gelir.
üvey
anneye denir.Zira çocuğun öz annesi olmakla birlikte, terbiyesine ve
yetiştirilmesine o bakar.
ise,
annenin sonradan evlendiği kocasıdır (üvey baba,
veya
saklanan ilaç demektir.
babından "ilâve etmek, ziyâde etmek ve
tamamlamak" mânâlarınadır. Araplar
dediklerinde "fazlasıyla iyilik yaptı ve
malı çoğaldı" mânâsını kastederler.
2)Toplamak , yığmak , hazırlamak:
denirse, "Filan insanları topladı"
veya "onlar’da yanında toplandı" mânâsı anlaşılır. Toplandıkları yere
denir.
bir
araya gelmek ve toplanmak demektir.
3)Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek, koruyup
gözetmek:
dendiğinde 'Araziyi taahhüt etti,
sorumluluğunu üzerine aldı ve durumunu kontrol etti" mânâsı anlaşılır.
Safvan b. Ümeyye, Ebu Süfyan'a: "Kureyş'ten bir şahsın beni tekeffül edip
maiyeti altına alması, Hevazin'li bir şahsın himayesine almasından daha
iyidir" demiştir.
Alkame b. Abde şöyle der:
"Ben şu anda işlerimin ıslahını sana bıraktım.Senden
önce bir çok kefiller benim işimi üzerlerine aldılar da, hiçbir şeyi ıslah
edemediler."( Bu beyit için bk. Alkame
b. Abde'nin Divanı, s. 132; el-Mufaddaliyât, II, 194; el-Lisân, rabb maddesi;
Makâyîsu'1-Lûgâ, II, 383; Tefsiru't-Taberî, I, 48; es-Sıhah, rabb maddesi;
el-Muhassassa, XVII.)
Ferazdak da şöyle der:
"Onlar şu ahmak
yağcı kadın gibidirler ki, o yağını tabaklanmamış, sert bir deri içinde
muhafaza ediyor."( Bu beyit için bkz. Lisân
maddesi,
yağ
manasınadır)
"Filan filanın nezdinde sanatı ile
meşgul oluyor; alışıyor; eli onun yanında maharet kazanıyor" demektir.
4) Üstünlük, efendilik, başkanlık, sözünü
geçirmek, istediğini yapabilmek;
li "Filan kavmini idare etti ve onları
kendine itaat ettirdi"
"kavme hükmettim, egemenlik
kurdum." demektir.
Lebid b. Rebia şöyle der:
"Bir gün (kadınlar) Kinde'nin reisini ve oğlunu ve
Mead'ın reisini vadi ile dağ arasında helak ettiler"( Bu beyit için bkz.
Tefsiru't-Taberî, I, 47; Tefsiru't-Taberî, I, 11; el-Muhassas, XVII, 154)
Bu mânâda Nabiğatü'z- Zübyânî de şöyle der:
"Nail oluncaya kadar Numan'a koşarsın. Lidersin sana
eski malı da, yeni malı da feda olsun"(Bu beyit Taberî'nin Tefsirinde geçer. Bk. I,
141. Maarif Vezâreti baskısı, Mahmut Şakir neşri; Tarifi ve Tâlidî için de bk.
ed-Divân, s. 89; el-Muhassas, XVII, 154. et-Tarif: Sonradan peyda olmuş mal,
et-Tâlidî: Yanında çoğalan eski mal)
5) Mâlik olmak, sahip olmak:
Hadiste zikredildiğine göre Nebi (s. a) bir adama:
"Sen koyun sahibi misin; yoksa deve
sahibi mi? diye sormuştur.Bu mânâda ev sahibine
deve sahibine
mülk sahibine
denir.
Rab kelimesi efendi mânâsına da gelir; köle ve hizmetçi
kelimesinin zıddı anlamında kullanılır.
İşte, Rab kelimesinden türeyen mânâlar, bu şekilde
açıklanabilir. Bu kelimeyi mürebbi ve münşî (inşa eden) mânâsına hasredip,
rûbûbiyet kelimesinin tefsirinde
(O, bir şeyi noksansızlık noktasına getirinceye
kadar, bir halden diğer bir hale yükselterek inşa eden, demektir.) cümlesini tekrarlayıp
duranlar, 'Allah'a hamd ölsün ki hata etmişlerdir. Hakikat şudur ki, bu cümle
Rab kelimesinin çok geniş inanlarından sadece biridir.
Bu kelimenin genişliğine ve dallı budaklı anlamlarına
bakıldığında, Rab kelimesinin aşağıda belirtilen mânâların hepsini ifade ettiği
görülür:
a)Mürebbi, ihtiyaçların giderilmesinde kefil, terbiye ve
yetiştirme işlerini gören,
b)Kefil olan, murakabe eden, durumu düzelten ve sorumluluğu
üzerine almayı tekeffül eden.
c)Kavmi arasında odak kişiliğe sahip olduğundan, etrafında
toplandıkları efendi, başkan.
d)İtaat edilen hâkim, sözü geçen otorite, efendilik ve
üstünlüğü kabul edilen, tasarruf yetkilerinin sahibi.
e)Melik (kral) ve efendi.
KURAN'DA RAB KELİMESİNİN KULLANILIŞI
Rab kelimesi Kuran'da, az önce zikrettiğimiz bütün mânâlarda
kullanılmaktadır. Bazı yerlerde bu mânâlardan biri veya ikisi, bazı yerlerde
de, daha fazla mânâ kastedilebilir. Bir üçüncü yerde, kelime aynı anda beş
mânâda birden kullanılabilir. İşte bu mânâda kullanılan Kuran âyetleri:
Birinci mânâda...
"(Yusuf:) "Allah'a sığınırım.
Doğrusu o benim rabbimdir. Beni en güzel şekilde barındırmıştır."(Yusuf,23) (Müfessirlerden bazısının
yaptığı gibi, âyette Yusuf (a.s.)'un rabbi kelimesi ile Mısır Azizini
kastettiği zannına kapılınmamalıdır. Zira
daki zamir, Yusuf (a.s.)'un meazallah sözü ile sığındığı
Allah'a aittir. Allah lâfzı, işaret zamirine yakın iken, hangi ihtiyaca binaen
yakında zikredilmemiş bir şahsa ait olduğu kabul ediliyor? Eseri Arapça’ya
çeviren M. Kâzım Sebbak şöyle diyor: "Üstad Mevdûdî'nin
deki
zamirin Mısır Azizine raci oluşunu yanlış bulduğu şık, Taberî Tefsiri (V, 108)'nin Mücâhid ve İbn İshak'tan nakledilmeyen
rivayetlere dayanıyor. Doğru gördüğü şık ise, et-Taberî'nin Mecmeu'l-Beyan (V, 223)'da
rivayet ettiği "Denildi ki, zamir Allah'a racidir." Mânâ: "Allah
rabbimdir, bana iyilik etti, beni peygamber kıldı, O'na ebediyyen isyan etmem" şeklindeki
ibaresine dayanmaktadır.)
İkinci mânâda...
(Birinci mânâdaki tasavvurlarla beraber)
"İşte o taptıklarınız benim düşmanımdır.
Fakat alemlerin Rabbi böyle değil. O (Rab) ki, beni yaratan ve bana doğru yolu
gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa
veren O'dur" (Şuara, 77-80).
"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra
size her hangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na tazarru ve
feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit
ise içinizden bir takımları, bakarsınız ki Rabblerine eş tutuyorlar"(Nahl,53-54).
"De ki: O her şeyin Rabbi iken, ben
Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?" (En'am,164).
"O, doğunun da batının da Rabbıdır. O'ndan
başka hiç bir ilâh yok. O halde güvenecek ve dayanacak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 9)
Üçüncü mânâda...
"O sizin Rabbinizdir. Ve nihayet
ancak O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34).
"Nihayet hepinizin dönüp gidişi, ancak
Rabbinizedir" (Zümer, 7).
"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya
toplayacak" (Sebe,26)
"Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadı
ile uçan hiç bir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdi. Biz o
kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi de ancak Rablerine
toplanıp getirilirler" (En'am, 38).
"Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki,
onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup gidiyorlar" (Yasin, 51)
Dördüncü mânâda...
(Üçüncü mânâdan bazı tasavvurlarla beraber)
"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini,
rahiplerini Rabler edindiler" (Tevbe, 31)
"...Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi
Rabler edinmeyelim. (Âl-i İmran, 64).
Bu iki ayette Rablerden amaç, genellikle ümmet ve
toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Onlar emir ve
yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar, Allah'ın gönderdiği
hiç bir delile dayanmaksızın haram ve helal dediklerine inanırlar, bütün
bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasak koyabileceklerine imân ederler.
"İkinizden biriniz efendisine (rabbine)
şarap içirecek" (Yusuf- 41).
"Bu ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye
dedi ki: Beni efendinin (Rabbinin) yanında an. Fakat şeytan efendisine
(Rabbine) hatırlatmayı ona unutturdu" (Yusuf 42). "Yusuf’a elçi
gelince -Efendine dön de, ellerini kesen o kadınların zoru ne idi? Kendisine
sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir- dedi"
(Yusuf, 50). Yusuf, (s.a) bu ayetlerde Mısırlılara hitaben, Mısır Azizini rab,
efendi kelimesi ile isimlendiriyor. Çünkü Mısırlı'lar onun yüce otoritesine ve
merkezi kişiliğine inanıyorlar, emir ve yasak koymaya sahip olduğuna îman
ediyorlardı. O günkü pratik hayatta O, onların rabbi durumunda idi. Yalnız
Yusuf’un (s.a) Rab kelimesini kendi nefsine nispetle Allah'tan başkası için
kullanmıyordu. Zira O, Firavun'un (bu anlamda) Rablığını kabul etmiyordu. En
üstün Kudret sahibi, emir ve nehyin gerçek maliki olan Allah'a inanıyordu.
Beşinci mânâda...
"Şu beytin Rabbine ibâdet etsinler
onlar. O Rab ki onları açlıktan kurtarıp doyuran, kendilerine korkudan eminlik
verendir." (Kureyş, 3-4)
"Galebe sahibi Rabbin, onların isnat
etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir" (Saffat, 180).
"Arşın Rabbi olan Allah,onların
vasfedegeldikleri her şeyden yücedir,münezzehtir"(Enbiya, 22).
"De ki: Kim o yedi göğün Rabbi ve o büyük
Arşın sahibi?" (Müminûn, 86).
"O, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne
varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." (Saffat, 5)
"Hakikat şu: Şi'ra yıldızının Rabbi de
O."
(Necm, 49)
Daha önceki bölümlerde geçen ayetlerden, Rab kelimesinin
mânâsının hiçbir boyutunun eksik kalmayacağı bir şekilde apaçık anlaşıldığını
zannederim. Artık rûbubiyet konusunda sapıklığa düşen ümmetlerin düşüncelerinin
ne olduğuna , niçin Kur'an'ın onları nakzetmek ve reddetmek istediğine ve
Kur'an'ın neye davet ettiğine bakmamız yerinde olur. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in
zikrettiği bu sapık ümmetlerden her birini, biri birinden ayrı ayrı ele alarak,
inançları, fikirleri yönünden inceleyip, durum iyice anlaşılıncaya kadar
açıklamalıyız.
NUH (a.s)'UN KAVMİ
Kur'an'ın zikrettiği kavimler içinde tarihi
bakımdan en eski olanı Nuh (a.s)'un kavmidir. Onlardan bahseden ayetlerden,
onların Allah'ın varlığını inkâr etmedikleri anlaşılıyor. Bizzat Kur'an-ı Kerim
aşağıdaki sözleri ile Nuh (a.s)'un davetine, karşı cevaplarını açıklıyor:
"Nuh kavminin ileri gelenleri şöyle derler:
"Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek,
üstünlük sağlamak istiyor o. Eğer Allah Peygamber göndermek dilese idi, elbette
bize melekler indirirdi" (Müminun 24)
Allah'ın bu evrenin yaratıcısı olduğunu, birinci ve ikinci
mânâsı ile alemlerin Rabbi bulunduğunu da inkâr etmiyorlardı. Zira Nuh (a.s)
onlara:
"O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak
O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 34).
"Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok
yargılayıcıdır." (Nuh,
10). "Görmediniz
mi, Allah yeri göğü birbiri ile ahenkli olarak nasıl yaratmış, onlara da ayı
bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır. Allah sizi yerden bir ot
gibi bitirdi" (Nün, 15-17) dediği zaman, onlardan hiç birisi kalkıp da Nuh (a.s)'a:
"Allah Rabbimiz değildir", yahut da "Göklerde ve yerde olan her
şeyi idare eden O değildir" dememiştir.
Onlar, Cenab-ı Hak'kın kendilerinin ilâhı olduğunu da inkâr
etmiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s), onları doğru yola şu sözü ile davet etti:
"Sizin için Allah'tan başka ilâh yoktur." Şayet kavmi, Allah'ın
uluhiyetini inkar etselerdi, o zaman Nuh (a.s)'un onları davet şekli bundan
başka olurdu ve meselâ şu şekilde konuşurdu: "Ey kavmim! ilâh olarak
Allah'ı seçiniz"
Burada akla şu soru gelebilir: "O halde, onlarla
peygamberleri Nuh (a.s) arasındaki anlaşmazlık neydi?" Bu durumda biz de,
Kur'an ayetlerim iyice araştırır ve izlersek anlaşmazlık konusunun ancak iki
noktadan doğduğunu anlarız.
Evvela, Nuh(a.s) kavmine şöyle diyordu: "Muhakkak
alemlerin Rabbi olan, sizi ve bütün bu âlemleri yarattığına inandığınız Allah,
ihtiyaçlarınızı giderendir. O, hakikatte sizin tek olan ilâhınızdır. O'ndan
başka ilâh yoktur. O'ndan başkasının, sizin ihtiyaçlarınızı gidermeğe, sizden
sıkıntıları kaldırmaya, dua ve dileklerinizi işitmeye gücü yetmez. Bundan dolayı
sadece O'na kulluk etmeniz ve sadece O'na boyun eğmeniz gerekir."
"(Nuh kavmine:) "Ey kavmim dedi,
Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (Araf, 59). "Nuh
dedi ki: "Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben, kâinatın Rabbinden
gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahiy ettiklerini tebliğ
ediyorum" (Araf 61,62).
Kavmi ise, bunun aksine Allah'ın, alemlerin Rabbi olduğunda
ısrar ediyorlardı. Ancak bu âlemin nizamını idarede etkisi olan başka ilâhların
da var olduğuna, ihtiyaçlarını onlara da
arz edebileceklerine, onlara da inanmaları gerektiğine kanaat
getiriyorlardı. Dolayısı ile Allah'la beraber onları da ilâh tanıyorlardı.
"Sakın taptıklarınızı bırakmayın! Hele
Ved'den, Suvaa'dan, Yeğus'tan, Yeuk'tan, Nasır' dan, zinhar vazgeçmeyin,
dediler" (Nuh, 23).
İkinci olarak; onlar Allah'ın Rabliğine, hepsinin
yaratıcısı, göklerin ve yerin sahibi, bu alemlerin işini idare eden olması
yönünden inanıyorlardı. Ancak ahlaki, sosyal, medenî, siyasî ve diğer hayatî
işlerde hüküm ve üstün otoritenin yalnızca O'na ait olduğunu, doğru yolu
gösterenin, kanun koyanın, emretme ve yasaklamaya yetkili olanın yalnızca O
olduğunu, yalnızca O'na tabi olunacağını söylemiyorlardı. Bütün bu işlerde,
Allah'tan gayrı olarak reislerini ve âlimlerini rabler ediniyorlardı.
Nuh(a.s)'un onları daveti ise bunun aksine, rabliği ayrı ayrı rablar arasında
taksim etmemeye ve rab kelimesini, bütün mânâları ile Allah'ı tek Rab olarak
seçmelerine, Allah'ın, yeryüzündeki vekili olarak, Allah'tan vahiy yolu ile alıp
tebliğ ettiği bütün ilâhi emirlerde kendisine tabi olmalarına dâirdi. Onlara
şöyle diyordu:
"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir
peygamberim, artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" (Şuara,107,108
NUH (a.s)'UN KAVMİ
Kur'an'ın zikrettiği kavimler içinde tarihi
bakımdan en eski olanı Nuh (a.s)'un kavmidir. Onlardan bahseden ayetlerden,
onların Allah'ın varlığını inkâr etmedikleri anlaşılıyor. Bizzat Kur'an-ı Kerim
aşağıdaki sözleri ile Nuh (a.s)'un davetine, karşı cevaplarını açıklıyor:
"Nuh kavminin ileri gelenleri şöyle derler:
"Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek,
üstünlük sağlamak istiyor o. Eğer Allah Peygamber göndermek dilese idi, elbette
bize melekler indirirdi" (Müminun 24)
Allah'ın bu evrenin yaratıcısı olduğunu, birinci ve ikinci
mânâsı ile alemlerin Rabbi bulunduğunu da inkâr etmiyorlardı. Zira Nuh (a.s)
onlara:
"O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak
O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 34).
"Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok
yargılayıcıdır." (Nuh,
10). "Görmediniz
mi, Allah yeri göğü birbiri ile ahenkli olarak nasıl yaratmış, onlara da ayı
bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır. Allah sizi yerden bir ot
gibi bitirdi" (Nün, 15-17) dediği zaman, onlardan hiç birisi kalkıp da Nuh (a.s)'a:
"Allah Rabbimiz değildir", yahut da "Göklerde ve yerde olan her
şeyi idare eden O değildir" dememiştir.
Onlar, Cenab-ı Hak'kın kendilerinin ilâhı olduğunu da inkâr
etmiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s), onları doğru yola şu sözü ile davet etti:
"Sizin için Allah'tan başka ilâh yoktur." Şayet kavmi, Allah'ın
uluhiyetini inkar etselerdi, o zaman Nuh (a.s)'un onları davet şekli bundan
başka olurdu ve meselâ şu şekilde konuşurdu: "Ey kavmim! ilâh olarak
Allah'ı seçiniz"
Burada akla şu soru gelebilir: "O halde, onlarla
peygamberleri Nuh (a.s) arasındaki anlaşmazlık neydi?" Bu durumda biz de,
Kur'an ayetlerim iyice araştırır ve izlersek anlaşmazlık konusunun ancak iki
noktadan doğduğunu anlarız.
Evvela, Nuh(a.s) kavmine şöyle diyordu: "Muhakkak
alemlerin Rabbi olan, sizi ve bütün bu âlemleri yarattığına inandığınız Allah,
ihtiyaçlarınızı giderendir. O, hakikatte sizin tek olan ilâhınızdır. O'ndan
başka ilâh yoktur. O'ndan başkasının, sizin ihtiyaçlarınızı gidermeğe, sizden
sıkıntıları kaldırmaya, dua ve dileklerinizi işitmeye gücü yetmez. Bundan
dolayı sadece O'na kulluk etmeniz ve sadece O'na boyun eğmeniz gerekir."
"(Nuh kavmine:) "Ey kavmim dedi,
Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (Araf, 59). "Nuh
dedi ki: "Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben, kâinatın
Rabbinden gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahiy ettiklerini tebliğ
ediyorum" (Araf 61,62).
Kavmi ise, bunun aksine Allah'ın, alemlerin Rabbi olduğunda
ısrar ediyorlardı. Ancak bu âlemin nizamını idarede etkisi olan başka ilâhların
da var olduğuna, ihtiyaçlarını onlara da
arz edebileceklerine, onlara da inanmaları gerektiğine kanaat
getiriyorlardı. Dolayısı ile Allah'la beraber onları da ilâh tanıyorlardı.
"Sakın taptıklarınızı bırakmayın! Hele
Ved'den, Suvaa'dan, Yeğus'tan, Yeuk'tan, Nasır' dan, zinhar vazgeçmeyin,
dediler" (Nuh, 23).
İkinci olarak; onlar Allah'ın Rabliğine, hepsinin
yaratıcısı, göklerin ve yerin sahibi, bu alemlerin işini idare eden olması
yönünden inanıyorlardı. Ancak ahlaki, sosyal, medenî, siyasî ve diğer hayatî
işlerde hüküm ve üstün otoritenin yalnızca O'na ait olduğunu, doğru yolu
gösterenin, kanun koyanın, emretme ve yasaklamaya yetkili olanın yalnızca O
olduğunu, yalnızca O'na tabi olunacağını söylemiyorlardı. Bütün bu işlerde,
Allah'tan gayrı olarak reislerini ve âlimlerini rabler ediniyorlardı.
Nuh(a.s)'un onları daveti ise bunun aksine, rabliği ayrı ayrı rablar arasında
taksim etmemeye ve rab kelimesini, bütün mânâları ile Allah'ı tek Rab olarak
seçmelerine, Allah'ın, yeryüzündeki vekili olarak, Allah'tan vahiy yolu ile
alıp tebliğ ettiği bütün ilâhi emirlerde kendisine tabi olmalarına dâirdi.
Onlara şöyle diyordu:
"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir
peygamberim, artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" (Şuara,107,108
NUH (a.s)'UN KAVMİ
Kur'an'ın zikrettiği kavimler içinde tarihi
bakımdan en eski olanı Nuh (a.s)'un kavmidir. Onlardan bahseden ayetlerden,
onların Allah'ın varlığını inkâr etmedikleri anlaşılıyor. Bizzat Kur'an-ı Kerim
aşağıdaki sözleri ile Nuh (a.s)'un davetine, karşı cevaplarını açıklıyor:
"Nuh kavminin ileri gelenleri şöyle derler:
"Bu sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek,
üstünlük sağlamak istiyor o. Eğer Allah Peygamber göndermek dilese idi, elbette
bize melekler indirirdi" (Müminun 24)
Allah'ın bu evrenin yaratıcısı olduğunu, birinci ve ikinci
mânâsı ile alemlerin Rabbi bulunduğunu da inkâr etmiyorlardı. Zira Nuh (a.s)
onlara:
"O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak
O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 34).
"Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok
yargılayıcıdır." (Nuh,
10). "Görmediniz
mi, Allah yeri göğü birbiri ile ahenkli olarak nasıl yaratmış, onlara da ayı
bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır. Allah sizi yerden bir ot
gibi bitirdi" (Nün, 15-17) dediği zaman, onlardan hiç birisi kalkıp da Nuh (a.s)'a:
"Allah Rabbimiz değildir", yahut da "Göklerde ve yerde olan her
şeyi idare eden O değildir" dememiştir.
Onlar, Cenab-ı Hak'kın kendilerinin ilâhı olduğunu da inkâr
etmiyorlardı. Bunun için Nuh (a.s), onları doğru yola şu sözü ile davet etti:
"Sizin için Allah'tan başka ilâh yoktur." Şayet kavmi, Allah'ın
uluhiyetini inkar etselerdi, o zaman Nuh (a.s)'un onları davet şekli bundan
başka olurdu ve meselâ şu şekilde konuşurdu: "Ey kavmim! ilâh olarak
Allah'ı seçiniz"
Burada akla şu soru gelebilir: "O halde, onlarla
peygamberleri Nuh (a.s) arasındaki anlaşmazlık neydi?" Bu durumda biz de,
Kur'an ayetlerim iyice araştırır ve izlersek anlaşmazlık konusunun ancak iki
noktadan doğduğunu anlarız.
Evvela, Nuh(a.s) kavmine şöyle diyordu: "Muhakkak
alemlerin Rabbi olan, sizi ve bütün bu âlemleri yarattığına inandığınız Allah,
ihtiyaçlarınızı giderendir. O, hakikatte sizin tek olan ilâhınızdır. O'ndan
başka ilâh yoktur. O'ndan başkasının, sizin ihtiyaçlarınızı gidermeğe, sizden
sıkıntıları kaldırmaya, dua ve dileklerinizi işitmeye gücü yetmez. Bundan
dolayı sadece O'na kulluk etmeniz ve sadece O'na boyun eğmeniz gerekir."
"(Nuh kavmine:) "Ey kavmim dedi,
Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (Araf, 59). "Nuh
dedi ki: "Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben, kâinatın
Rabbinden gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahiy ettiklerini tebliğ
ediyorum" (Araf 61,62).
Kavmi ise, bunun aksine Allah'ın, alemlerin Rabbi olduğunda
ısrar ediyorlardı. Ancak bu âlemin nizamını idarede etkisi olan başka ilâhların
da var olduğuna, ihtiyaçlarını onlara da
arz edebileceklerine, onlara da inanmaları gerektiğine kanaat
getiriyorlardı. Dolayısı ile Allah'la beraber onları da ilâh tanıyorlardı.
"Sakın taptıklarınızı bırakmayın! Hele
Ved'den, Suvaa'dan, Yeğus'tan, Yeuk'tan, Nasır' dan, zinhar vazgeçmeyin,
dediler" (Nuh, 23).
İkinci olarak; onlar Allah'ın Rabliğine, hepsinin
yaratıcısı, göklerin ve yerin sahibi, bu alemlerin işini idare eden olması
yönünden inanıyorlardı. Ancak ahlaki, sosyal, medenî, siyasî ve diğer hayatî
işlerde hüküm ve üstün otoritenin yalnızca O'na ait olduğunu, doğru yolu
gösterenin, kanun koyanın, emretme ve yasaklamaya yetkili olanın yalnızca O
olduğunu, yalnızca O'na tabi olunacağını söylemiyorlardı. Bütün bu işlerde,
Allah'tan gayrı olarak reislerini ve âlimlerini rabler ediniyorlardı.
Nuh(a.s)'un onları daveti ise bunun aksine, rabliği ayrı ayrı rablar arasında
taksim etmemeye ve rab kelimesini, bütün mânâları ile Allah'ı tek Rab olarak
seçmelerine, Allah'ın, yeryüzündeki vekili olarak, Allah'tan vahiy yolu ile
alıp tebliğ ettiği bütün ilâhi emirlerde kendisine tabi olmalarına dâirdi.
Onlara şöyle diyordu:
HUD (a.s.)'UN KAVMİ (Ad)
Kur'an-ı Kerim, Nuh (a.s)'un kavminden sonra Hud
(a.s)'un kavmi Ad'ı zikrediyor. Bu kavim de, Allah'ın varlığım inkâr etmediği
gibi, O'nun ilâhlığım da reddetmiyorlardı. Hattâ, Nuh (a.s) kavminin inandığı
şekliyle Allah'ın Rûbûbiyetine inanıyorlardı. Kendileri ile, peygamberleri Hûd
(a.s) arasındaki anlaşmazlığa gelince: Bu anlaşmazlık, Nuh (a.s) ile kavmi
arasında i-ki sebepten meydana gelen anlaşmazlığın aynı idi. Aşağıdaki âyetler
bunu apaçık göstermektedir:
"Ad kavmine de, kardeşleri Hud (a.s)'u
gönderdik. O kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan
başka hiç bir ilâhınız yoktur." (Araf, 65)
"Dediler ki: Sen bize yalnız Allah'a kulluk
etmemiz, atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin?" (Araf, 70)
"Eğer Rabbimiz dilese idi, elbette üstümüze
melekler indirirdi" (Fussilet, 14).
SALİH (a.s.)'İN KAVMİ (Semud)
Ad'dan sonra, kavimlerin en azgını olan Semud gelir.
Bu kavim de, esas ve ilkeler bakımından Nuh ve Hûd kavimleri gibi sapılmıştı.
Allah-u Teala'nın varlığını inkar etmedikleri gibi, bütün yaratıkların Rabbi ve
ilâhı olduğunu da inkâr etmiyorlardı. Ona ibâdet etmekten, huzurunda boyun
eğmekten de kaçınmıyorlardı. Allah'ın tek ilâh olmasına, ibâdete yalnız O'nun
layık görülmesine, bütün anlamları ile rûbûbiyetin başkasına değil de, yalnız
O'na tahsis edilmesine karşı çıkıyorlardı. Onlar Allah'la beraber diğer
ilâhlara iman etmekte, dualarını duyup, sıkıntılarım kaldırdıklarına,
ihtiyaçlarını giderdiklerine inanmakta ısrar ediyorlardı. Medeni ve ahlakî
yaşayışlarında uyacakları kanunlarını, Allah'tan değil de, bu ileri gelenlerinden
alıyorlardı. Nihayet bu, onları fesatçı bir kavim olmaya sürükledi de, Allah
tarafından şiddetli bir azap onları yakalayıverdi. Bütün bunlar hikmet dolu
Kur'an'da, aşağıdaki ayetler ile açıklanmaktadır:
"Eğer onlar, bu beyandan sonra yine imandan
yüz çevirirlerse, de ki: Ad ve Semud'u çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın
gelip ^atabileceğini hatırlatırım. Onlara, 'Allah'tan başkasına tapmayın' diye
önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit dediler ki: Eğer Rabbimiz
dilese idi, elbette üstümüze melekler indirirdi. Onun için biz, sizinle
gönderilenlere küfredicileriz" (Fussilet, 3-14)
"Semûd'a kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi
ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilâhınız
yoktur" (Hûd, 61).
"Ey Salih dediler! Sen bundan evvel
içimizde ümit beslenen bir kimse idin. Şimdi atalarımızın taptığı şeylere
tapmamızdan bizi vaz mı geçiriyorsun?" (Hûd, 62).
"O zamanda ki, biraderleri Salih onlara:
"Allah'tan korkmaz mısınız? demişti. Şüphesiz ben size gönderilmiş emin
bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" (Şuarâ, 142-144)
"Müfritlerin emrine boyun eğmeyin. Ki onlar
yeryüzünde fesat çıkarır, ıslah etmez kimselerdir" (Şuarâ, 151-152
İBRAHİM (a.s.)'IN ve NEMRUT'UN KAVMİ
Semûd kavmini, İbrâhim(a.s)'in kavmi takip
etmektedir. Bu kavmin hükümdarı Nemrûd hakkında, hatalı bir kanaatin yaygın
oluşu, bu kavim hakkında yapılacak açıklamalara daha bir önem kazandırmaktadır.
Onun Allah'a inanmadığı ve ilâhlık iddiasında bulunduğu söylenir. Hakikatte o
Allah'ın varlığına, bu alemin yaratıcısının, çekip çevireninin Allah olduğuna
inanıyor, rubûbiyyeti ise üçüncü, dördüncü, beşinci mânâsı ile iddia ediyordu.
Yine insanlar arasında yayılan hatalı bir fikre göre,
İbrahim(a.s)'in kavmi Allah'ı tanımıyor, O'nun uluhiyet ve Rûbûbiyetine
inanmıyorlardı. Vakıa böyle değildir. Bu kavmin durumu Nuh, Ad ve Semûd
kavimlerinin durumundan ayrı değildir. Onlar Allah'a inanıyorlar, O'nun Rab,
göklerin ve yerin yaratıcısı, bu alemin işlerinin idare edicisi olduğunu kabul
ediyorlar, hatta O'na ibâdetten kaçınmıyorlardı. Onların sapıklık ve azgınlığı
ise, gökteki yıldızların ve gezegenlerin, rubûbiyyetin birinci ve ikinci mânâsı
ile Allah'a ortak olduğuna itikat etmelerinden ileri gelmekte idi. Bunun için
gök cisimlerini ulûhiyette Allah'a ortak tanıyorlardı. Rubûbiyyetin üçüncü,
dördüncü ve beşinci mânâsını, hükümdarları ve zorbalarına tahsis ediyorlardı.
Bu hususta Kur'an ayetleri, insanı şaşırtacak kadar açıktır: İnsanlar bu
hakikati nasıl idrak etmedi ve onu anlamaktan aciz kaldı?
Gelin, şimdi her şeyden önce ergenlik çağına gelen İbrahim
(a.s)'ın başından geçen olaya ve Kur'an'ın, İbrahim
(a.s)'ın gerçeğe ulaşma yolunda nasıl çalıştığını
anlatışına bakalım:
"İşte o, üstünü gece bürüyüp örtünce bir
yıldız görmüş: Bu mu benim Rabbim? demiş; o sönüp gidince ise şöyle söylemişti:
"Ben böyle sönüp batanları Rab diye sevmem." Sonra ayı (kamer) doğar
halde görünce de: "Bu mu benim Rabbim?" demiş, fakat o da batıp
gidince: "And olsun demişti, eğer Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı
muhakkak sapanlar güruhundan olacaktım. " Sonra, güneşi doğar vaziyette
görünce de; "Bu mu imiş benim Rabbim? Bu hepsinden de büyük!" demiş,
batınca da; "Ben, sizin Allah'a eş koşa geldiğiniz nesnelerden kesinlikle
uzağım. Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış
olan Allah'a yönelttim. Ben, Müşriklerden değilim" demiştir." (En'am, 76-79)
Ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, İbrahim (a.s)'ın içinde büyüyüp
geliştiği toplumda göklerin ve yerin yaratıcısı tasavvuru ile, onun gökteki
gezegenlerin rubûbiyyetinden apayrı bir rab olduğu düşüncesi mevcuttu. Bunda
şaşılacak bir şey yok. Çünkü bu halk, Nuh (a.s)'a iman eden Müslümanların
zürriyetinden idi. İslâm dini Cenab-ı Hak'kın "Onlara öncelerinden ve
sonralarından peygamberler geldi" âyetinde buyurduğu gibi, komşu ve
akrabaları olan Ad ve Semûd kavmi arasında, biri biri arkasına gönderilen
peygamberler vasıtasıyla, devamlı olarak yenilenip ihya ediliyordu. Buna göre
Hz. İbrahim (a.s) Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu düşüncesini,
içinde büyüdüğü çevreden almış bulunuyordu. Kafasını meşgul eden konu ise,
kavmi arasında yaygın olan güneş, ay ve diğer gezegenlerin, bu alemin nizamında
Allah'la beraber ortak kabul edilerek, ibâdette Allah'a eş tutmaları olduğu
düşüncesinden başka bir şey değildi.( Burada ifade edilmesi gerekli bir husus var:
İbrahim (a.s)'ın vatanı olan Ur şehri harabelerinde yapılan
arkeolojik kazılardan ele geçen eserlerden anlaşılıyor ki, buradaki halk, kendi
dillerinde "Fenar" ismini verdikleri ay tanrısına tapıyorlardı. Onların
komşusu olup başşehirleri Larsa olan halk ise, Şamas adını verdikleri güneş
tanrısına tapıyorlardı. Bu memleketlerde hâkim bir ailenin saltanatını kuran
hükümdarın ismi Er-nemû idi ki, Arap memleketlerinde bu isim Arapçalaşarak
Nemrûd şeklini almış ve bu memleketteki hükümdarların unvanı Nemrûd olarak
devam etmiştir.
Böylece İbrahim (a.s), Allah kendisini peygamberliğine
seçmeden önceki araştırmasında gayet ciddi hareket etti. Neticede gezegenlerin
doğuşu ve batışı, O'nu gökleri ve yeri yaratandan başka Rab olmadığı hakikatine
götürdü. Bu bakımdan O'nun ay batarken şöyle dediğini görüyoruz:
"Şayet Allah'ım bana doğru yolu göstermeseydi, hakka
ulaşmaktan acze düşerdim ve etrafımdaki milyonlarca insanın devamlı boyun eğip
durdukları şu dış görünüşe saplanıp kalmaktan ve onlar gibi aldanışa düşmekten
korkardım."
Sonra Allah-u Teala O'nu peygamberlik makamına lâyık
görünce, kavmini Allah'ın yoluna çağırmaya başladı. Hemen aşağıda
göstereceğimiz âyetlerden, kavmini davet ederken ifade ettiği kelimeleri düşünürsek,
az önce belirttiğimiz durum daha iyi anlaşılır:
"Hem Allah'ın haklarında hiç bir delil ve
burhan indirmediği şeyleri siz ona eş tanıdığınızdan korkmazken, eş tutuğunuz o
nesnelerden nasıl korkarım?" (En'am,81)
"Sizi ve Allah'tan başka taptıklarınızı
bırakıp çekiliyorum" (Meryem, 48).
"Hayır dedi, sizin Rabbiniz hem göklerin
hem yerin Rabbidir; bütün bunları O yaratmıştır."
"İbrahim: "Öyle ise Allah'ı bırakıp da
size hiç bir şeyle ne fayda ne zarar veremeyecek olan bu putlara hâlâ tapacak
mısınız?" dedi." (Enbiyâ, 66)
"O zaman babasına ve kavmine demişti ki:
"Siz nelere tapıyorsunuz? Yalancılık etmek için mi Allah'ı bırakıp düzme
ilâhlar diliyorsunuz? Alemlerin Rabbine zannınız nedir söyle?" (Saffat, 85-87)
"Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz
nesnelerden katiyen uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz Allah'a bir olarak iman
edinceye kadar bizimle aranızda ebedi düşmanlık ve buğuz belirmiştir" (Mümtehine, 4)
Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, İbrahim (a.s), Allah'ı
tanımayan, O'nun insanların ve alemlerin Rabbi olduğunu inkâr eden veya
zihinleri bu firiklerden tamamen habersiz bir kavme hitap etmiyordu. Tersine
ortada rubûbiyyetin birinci ve ikinci mânâsında ve ilâhlıkta Allah'a diğer
ilâhları ortak koşan bir kavim vardı. Bunun için Kuran'ı Kerim'de İbrahim
(a.s)'ın kavmini Allah'ın varlığına, O'nun alemlerin
rabbi olduğuna inandırmak için sarf ettiği tek sözcüğe rastlayamazsınız. Sadece
kavmini, her sözünde Allah'ın tek Rab ve ilâh olduğuna inanmaya davet ettiğini
görürsünüz.
Nemrut'un durumuna gelince... Bunu anlayabilmek için, Hz.
İbrahim'le onun arasında geçen konuşmaya bakalım:
"Allah, kendisine mülk ve saltanat verdiği
için şımararak, İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim:
'"Benim Rabbim hem diriltir, hem
öldürür" deyince o: "Ben de diriltir, öldürürüm" demişti.
İbrahim, "Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan
getir" deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı.Allah zalimler güruhunu muvaffak
etmez" (Bakara, 258)
İbrahim (a.s) ile Nemrut arasında geçen bu konuşmadan
anlaşıldığına göre, aralarındaki anlaşmazlık, Allah-u Teala'nın varlığı veya
yokluğu hususunda değil, İbrahim (a.s)'in Allah'ı Rab kabul eden bir kimse
olmasından ileri geliyordu. Nemrut ise Allah'ın varlığına inanan kavimdendi.
Sonra insanın ahmaklığına delâlet eden: "Ben göklerin ve yerin
yaratıcısıyım ve güneşle ayın hareketini idare ederim" sözünü
söyleyebilecek bir akılsızlığa veya cinnete de müptela değildi. O’nun dâvası
Rab'lik, göklerin ve yerin ilâhı olmak değildi, İbrahim (a.s)'in de fertlerinden
biri olduğu memleketin Rabbi olmaktı. Bu memleketin Rabbi oluşunu,
rubûbiyyetini birinci ve ikinci mânâsı ile de iddia etmiyordu. Zira bu iki
mânâda güneş, ay ve gezegenlerin Rûbûbiyetine inanıyordu. O'nun iddiası üçüncü,
dördüncü ve beşinci manâsıyla memleketin rabbi oluşu idi. Diğer bir deyişle
O'nun dâvası şu idi: Memleketin mutlak sahibi olması, bütün halkın kul'u
olması, otoritesinin bu topluluğun temel ilkesi kabul edilmesi ve emirlerinin
halkın yaşayışının tek belirleyicisi olmasıdır. Âyet-i kerimede "Allah
kendisine saltanat verdiği için" sözü onun rûbûbiyet dâvasının
esasını, hükümdarlıkta büyüklük taslamaktan ileri geldiğini açıkça gösteriyor.
Tebaası arasında İbrahim demlen bir adamın çıktığını, tabiat üstü varlıklar
olan güneş, ay ve yıldızların rubûbiyyetini kabul etmediği, medeniyet ve
siyaset sahasında tahtın sahibi olan kendisinin rabliğine inanmadığı haberi
ulaştığında, bu kendisine tuhaf göründü. İbrahim (a.s)'ı çağırtarak sordu:
"Rab olarak kabul ettiğin kimdir? İbrahim (a.s) derhal cevap verdi: "Rabbim
diriltir ve öldürür, insanları öldürmeye ve diriltmeye gücü yeter". Nemrut
işin inceliğini kavrayamayınca kendi rabliğine şu sözü ile delil getirmeğe
çalıştı: "Ben de öldürüp diriltmeye muktedirim. Dilediğimi öldürür,
dilediğimin de canını bağışlarım."
Burada İbrahim (a.s) ona, kelimenin bütün mânâsı ile,
Allah'tan başka bir rabbin olmadığım, nerede O'na ortak olduğunu iddiaya
çalışan biri çıkarsa, onun güneşin doğuş ve batışına kudretinin yetmeyeceğini
açıkladı. Nemrut zeki bir şahıstı. İbrahim (a.s)'m ileri sürdüğü bu kesin
delili duyup, hakikat önüne apaçık serilince, Allah'ın göklerde ve yerdeki
hâkimiyeti karşısında kendi rablik dâvasının batıl bir zan ve boş bir iddiadan
ibaret olduğunu anladı; sesi soluğu kesildi; dudaklarını bile kıpırdatamadı.
Ancak kendini beğenmişlik, nefsin arzularına uyma, yakınlarının menfaatini
tercih o dereceye varmıştı ki, hakikati ve doğruyu anladığı halde, despot
idaresinden vazgeçip Allah ve Resulü'ne itaat etmeyi nefsine yediremedi.
Cenab-ı Hak, elçisi ile Nemrut arasında cereyan eden çekişmenin neticesini "Allah
zalimler güruhunu muvaffak etmez" sözü ile noktalıyor. Bundan
kastedilen şudur: Nemrut, hak kendisine tecelli ettikten sonra tabi olması
gereken yola uymaya razı olmayıp, zalim, despot idaresinde ısrar ederek halka
ve onlarla beraber kendi nefsine zulmetmeyi tercih edince, Allah ona
hidâyetinden bir nur vermedi. Zaten nefsinin azgınlığı sebebi ile hidâyeti
istemeyen kimseyi doğru yola getirmek ilâhi sünnetlerden değildir.
LUT (a.s.)'IN KAVMİ
Kur'an-ı Kerim'de İbrahim (a.s)'in kavminden sonra,
yeğeni Lût (a.s)'un, fesatlarını ıslah ederek hidayete çağırmakla
görevlendirdiği kavminin durumu anlatılmaktadır. Kur'an-ı Kerim'e göre bunlar
da Allah'ın varlığını inkâr eden, birinci ve ikinci mânâsı ile rab ve halik
(yaratıcı) olduğunu kabul etmeyen kimseler değillerdi. Onların yüz çevirip
kabul etmeye yanaşmadıkları husus Allah'ın üçüncü, dördüncü ve beşinci mânâsı
ile Rab olduğu ve peygamberleri Lût'a Allah'ın elçisi olarak itaat etmek ve
tebliğlerini kabul etmek mecburiyetinde bulunuşlarıdır. Düşüncelerinin temeli,
mutlak hürriyete sahip olma isteğine dayanıyordu. Nefislerinin bütün arzularına
tabi olmak karşılığında en şiddetli azabı tattıkları büyük suçları işlemekten
çekinmemek. Aşağıdaki âyetler bu durumu açıklamaktadır:
"Hani kardeşleri Lût onlara: Allah'tan
korkmaz mısınız? demişti. "Ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.
Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiç bir ücret
istemiyorum. Benim mükâfatım, âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. Siz,
Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanların içinden
erkeklere mi gidiyorsunuz ? Hayır siz, helalden harama tecavüz eden bir
kavimsiniz." (Şu-ara 161,166).
Bu sözlerden açıkça anlaşılıyor ki, Lût (a.s) Allah'ın
varlığını, O'nun yaratıcı ve Rab olduğunu inkâr etmeyen bir kavme hitap
ediyordu. Bu kavim Lût (a.s)'a "Allah nedir; O'nun âlemlerin yaratıcısı
oluşu nereden çıktı?" veya "Bizim ve bütün yaratılmışların
Rabbi oluşu nereden geliyor?" gibi sözlerle karşı çıkmıyor, ancak
şöyle itirazda bulunuyorlardı:
"Ey Lût! Sen bu dâvadan vazgeçmezsen,
mutlaka memleketimizden kovulup çıkarılacaklardan olacaksın dediler." (Şuara, 167)
Kur'an-ı Kerim bu olayı bir başka âyetinde şöyle açıklar:
"Lût'u da hatırla. Hani O, kavmine şöyle
demişti: Siz öyle bir hayasızlık yapıyorsunuz ki, sizden evvel alemlerden hiç
biri bunu yapmamıştır. Siz erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor, toplantılarınızda
meşru olmayanı yapmıyor musunuz? Kavminin cevabı: 'Eğer doğru söyleyenlerden isen
Allah'ın azabını getir bize demelerinden başkası olmadı."(Ankebût, 28,29)
Bu sözler Allah'ın varlığını inkâr eden bir kavmin cevabı
olabilir mi? Elbette hayır. Bunlardan da anlaşılıyor ki, onların asıl suçları
Allah-u Telalânın ilâhlık ve rabliğini inkâr değil, Allah'ın tabiat alemi
üstünde bir ilâh ve rab olduğuna inanmakla beraber, O'na itaat etmemek, ahlâkî,
medenî ve toplumsal yaşayışlarında O'nun kanunlarına uymamak ve elçisi Lût
(a.s)'un hidâyet çağrısına kulak asmamaktır.
ŞUAYB (a.s.)'IN KAVMİ
Şimdi de Şuayb (a.s)'ın peygamber
olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halkına gelelim. Onlar hakkında bildiğimiz
İbrahim(a.s)'ın soyundan olduklarıdır. Şu halde onlar hakkında,
Allah'ın varlığına, O'nun Rab ve ilâh olduğuna inanıyorlar mı diye
araştırmamıza lüzum yoktur. Hakikatte onlar, başlangıçta İslam üzerine yaşamış
bir ümmetti. Sonra inançlarına karışan bozukluk ve işlerine karışan kötülük
sebebi ile bozulmaya uğradılar. Kur'an-ı Kerimde onlar hakkında gelen
haberlerden anlaşıldığına göre bu halkın tümü yaratana inanmıştı. Şuayb
(a.s)'ın onlara tekrar tekrar şöyle dediği görülür:
"Ey kavmim, eğer inananlardan iseniz şu
şekilde hareket edin".
Şuayb (a.s)'ın onlara hitabından, kendilerinin ona
verdikleri cevaplarından Allah'a inanan, O'nu Rab ve Mabûd tanıyan kimseler
oldukları anlaşılıyor. Yalnız sapıklığın iki çeşit tehlikesine düşmüşlerdi.
Birincisi: Allah'la beraber, rûbûbiyet ve ulûhiyet
konusunda diğer ilâhları da kabul ediyorlar, sırf Allah için yapmıyorlardı.
İkincisi: Allah'ın Rab oluşunu, insan yaşayışının ahlak,
cemiyet, iktisat, medeniyet, siyâset yönlerine hiç tesirli olmadığına
inanıyorlardı. Bundan dolayı da içinde medenî hayatlarında mutlak bir
serbestliğe sahip olduklarını,yaşayışlarında diledikleri gibi hareket
edebileceklerini zannediyorlardı.
İşte bunu açıklayan âyetler:
"Medyen'lilere de kardeşleri Şuayb'ı
gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir
ilâhınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir. Artık kileyi,
teraziyi tam tutun. İnsanların eşyasına haksızlık etmeyin. Yeryüzünü ıslah
edildikten sonra fesada vermeyin. Bana inanıyorsanız bu söylediklerim sizin
için hayırlıdır" (Araf, 87)
"Ey kavmim! Ölçüde ve tartıda adaleti
yerine getirin, insanların eşyasını eksiltmeyin. Yeryüzünde fesatçılar olarak
fenalık yapmayın. Eğer mümin iseniz Allah'ın helalinden bıraktığı kâr sizin
için daha hayırlıdır. Bununla beraber, ben sizin üzerinizde bir bekçi de
değilim. Dediler ki: Ey Şuayb! Atalarımızın yaptığı şeylerden, yahut
mallarımızdan ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı
emrediyor? Muhakkak ki sen yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın". (Hûd, 85-87).
“Atalarımızın taptığı şeyler veya mallarımızdan
ne dilersek onu yapmanızdan..” ayetinden uluhiyet ve rububiyet konusundaki gerçek yanılgı
ve sapıklıkların ne olduğu anlaşılmaktadır.
FİRAVUN ve AİLESİ
Şimdi de Nemrud ve kavmi hakkında
uydurulandan daha hatalı ve uydurma hikayelere teşkil eden,Firavun ve ailesi
hakkındaki kıssalara bakalım: Yaygın görüşe göre Firavun, Allah’ın varlığını
inkar etmekle kalmıyor, kendi ilahlığını iddia ediyor. Bunun manası şudur:
Firavun’un bozuk inancı o dereceye ulaşmıştı ki insanların tepesine binip
açıkça göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu iddia ediyor, kavmi de ahmaklıkta
o derece ilerimiş gitmişti ki, O’nun bu iddiasına hemen inanıveriyordu
Kur’an ve tarihin Şehadeti ile hakikat ,Firavun un
ilahlık ve rablik mevzuunda sapıklığı, Nemrud’un aynı konudaki sapıklığından,
Firavun’un kavminin durumu da Nemrud’un kavminin durumundan farklı olmadığı
merkezindedir.Aralarında şu fark var:Firavun un kavmi arasında,bazı siyasi
sebeplerle İsraillilere karşı şiddetli bir milliyetçilik taassubu belirmişti.
Sırf bu inat ile Allah’ın Rab ve ilah olduğuna, asrımızdaki
maddeci inkarcılardan pek çokları gibi, kalpleri şehadet ettiği halde, açıkça
iman etmekten kaçınıyorlardı.
Daha önce Yusuf(a.s) mısır’da hükmü geçen bir insan olunca,
Mısırlılar arasında Hak dini yayıp genişletmeğe bütün gücü ile çalıştı.Mısır
toprakları üzerinde,asırlarca hiç kimsenin güç yetiremeyeceği çok sağlam
eserler bıraktı. Mısırlılar her ne kadar babalarının inançlarına uyarak
Allah’ın dinine tabii olmamışlarsa da araların da Allah’ın varlığını, O’nun
göklerle yerin yaratıcısı olduğunu bilenler vardı. İş bununla da kalmamıştır.
Hakikatte İslâmi öğreti, nüfuz ve tesirini o derece kuvvetlendirmişti ki her
Mısırlı en az, Allah'ın tabiat âlemi ötesinde ilâhların ilâhı, rablerin rabbi
olduğuna inanmıştı. Küfürde inat edenler ise, ulûhiyet ve rububiyyette,
Allah'la beraber ortaklar kabul ediyorlardı. Mısırlılar üzerinde çeşitli
tesirleri bulunan İslam inancı, Musa (a.s)'nın peygamber olarak gönderildiği
güne kadar devam etti (Tevrat'taki tarihi malûmata güvenecek olursak, o gün Mısırlılardan
iman edenlerin, Mısır nüfusunun beşte birini teşkil ettiğini tahmin edebiliriz.
İsrailli'lerin sayısı hakkında Tevrat'taki haberler, Musa (a.s) ile Mısır'dan
çıkanların iki milyon olduğunu gösterir. Mısır halkının da, o gün on milyondan
daha çok olduğu zannedilmektedir. Tevrat, Musa (a.s) ile birlikte Mısır'dan çıkan
muhacirlerin, İsrailli olduklarını belirtir. Lâkin zann ve tahminimiz istediği
kadar mübalağalı olsun, Yâkub (a.s)'un oniki oğlundan olan zürriyetinin, beş
yüz sene içinde iki milyona ulaşması mümkün gözükmemektedir. Bunun için yapılan
kıyaslama neticesinde, Mısırlı'lardan azımsanmayacak bir miktarın Müslüman
olup, Ben-i İsrail'e katıldıkları ve Mısır'dan hicret ederken, onlara yoldaşlık
ettikleri neticesine ulaşırız. Bütün bunlardan da Yûsuf (a.s) ile
yardımcılarının, Mısır'da ifa ettikleri İslâm davetinin hududunun genişlediğini
takdir edebiliriz.) Bunun delili ise Kıpti prenslerden birinin Firavun'un meclisinde
yaptığı konuşmasıdır. Firavun, Musa (as)'nın öldürülmesi ile ilgili iradesini
bildirdiği zaman, meclisindeki ileri gelenlerden olup daha önce Müslümanlığa
giren bu prens, kalkıp şu konuşmayı yapmıştır:
"Firavun ailesinden olup, imanını
gizlemekte olan bir mümin de şöyle dedi: "Siz bir adamı, Rabbım Allah’tır
dedi diye öldürür müsünüz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler de
getirmiştir. Bununla beraber eğer o, bir yalancı ise yalanı kendine. Eğer
doğrucu ise, sizi tehdit ede geldiği azabından bir kısmı olsun gelir sizi
çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, iddiasında yalancı olan kimseyi muvaffak
etmez. Ey kavmim! Bu gün bu yerde siz galip olduğunuz için mülk sizindir. Fakat
Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?"
"Ey kavmim! Hakikat ben, o sürü sürü
fırkaların gününe misal vermenizden, Nuh kavminin, Ad'ın Semûd'un ve daha
sonrakilerin hali gibi bir maceraya sapıp, felakete uğramanızdan korkuyorum.
Yoksa Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir.
["Ey kavmim! Hakikat ben size karşı o
bağırışıp çağırışma gününden endişe ediyorum." "O gün, hesap yerini
arkanızda bırakarak Cehenneme döneceğiniz gündür. O gün sizin için, Allah'ın
azabından hiç bir kurtarıcı yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu bir
doğrultacak da yoktur"]* "And olsun Musa'dan evvel Yusuf da, size
apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de O'nun size getirmiş olduğu şeyler
kakında şüphe edip durmuştunuz. Hattâ O vefat edince dediniz ki: Bundan sonra
Allah asla bir peygamber göndermez [İşte Allah, o haddi aşan şüphecileri böyle
şaşırtır. "Onlar kendilerine gelmiş hiç bir delil olmaksızın Allah'ın
âyetleri hakkında mücâdele edenlerdir. Bu, gerek Allah katında, gerek iman
edenler katında büyük buğzu gerektirir. Allah, her büyüklük taslayan zorbanın
kalbini işte böyle mühürler." "Ey kavmim! Siz bana uyun, size doğru
yolu göstereceğim."
"Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak fâni bir
eğlencedir. Ahiret ise asıl durulacak yurdun ta kendisidir."
"Kim bir kötülük işlerse,ona bunu
benzerinden başkası ile karşılık yapılmaz.Kim de erkek olsun kadın olsun, mümin
olarak iyi amelde bulunursa işte onlar, içinde hesapsız rızıklara kavuşturulmak
üzere cennete girerler."}
"Ey kavmim! Benim karşılaştığım bu hal
nedir? Ben sizi kurtuluşa davet ediyorum. Siz beni ateşe çağırıyorsunuz."
"Siz beni Allah'a küfredeyim, rûbûbiyetini, hiç bir suretle tanımadığım
nesneleri O'na ortak tutayım diye çağıyorsunuz. Ben ise sizi o mutlak Kâdir'e,o
çok affediciye davet ediyorum.
["Sizin beni mutlaka tapmaya davet
ettiğiniz, dünyada da ahirette de hakka ki, hiç bir davete selahiyeti
yoktur.Hakikatte hepimizin dönüp gidişi Allah'adır.Haddi aşanlar ateş yaranının
ta kendileridir." "Size söylemekte olduklarımı, yakında
hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Çünkü Allah kullarını en iyi
görendir"]* (Müminun. 28-44).
*Parantez [ ] içine aldığımız mealler Arapça tercümede
yoktur.Ayetlerin nazmı kesilmesin diye tarafımızdan eklenmiştir.(Çevirenler.)
Bu hitabe başından sonuna kadar Yusuf (as)'un, kendi
zamanından Musa zamanına kadar asırlar geçmesine rağmen, Mısırlılar üzerindeki
etkisinin devam etmiş olduğuna şahadet eder. Mısırlıların, bu yüce peygamberin
kendilerine öğrettikleri sayesinde Allah'ın varlığı ile ilgili hiç bir şey
bilmeyecek, rûbûbiyet ve ulûhiyetinin tanımayacak, egemenlik ve otoritesinin bu
evrendeki tüm tabiat güçlerine baskın olduğunu, gazabından korkmak ve çekinmek
gerektiğini anlamayacak kadar câhil kalmalarına imkan yoktur. Yine bu
konuşmanın sonlarından, şu husus açıkça ortaya çıkmaktadır: Firavun toplumu,
Allah'ın ulûhiyet ve rûbûbiyet sıfatlarında Allah'a şirk koşuyor ve bunları da
ona eş tutuyorlardı.
Firavun üzerine şüpheyi çeken noktaya gelince, bu şüpheyi
doğuran sebepler şunlardır.
Hz. Musa'dan, "Ben alemlerin Rabbinin
elçisiyim" sözünü işitince. "Âlemlerin Rabbi nedir?"
diye sorması...
Veziri Hâmân'a, "Benim için yüksek bir kule yap.
Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa'nın ilâhına yükselip
çıkarım" demesi..
Hz. Musa'yı korkutmak için, "Benden başkasını ilâh
edinirsen seni hapsederim" diye tehtid etmesi...
Kavmine ve yakınlarına, "Ben sizin en yüce
Rabbinizim. Sizin için kendimden başka bir ilâh tanımıyorum" diye ilan
etmesi...
Firavun'un söylediği bu sözler, bazı inşalarda onun Allah'ın
varlığını inkâr ettiği, zihnini alemlerin Rabbi düşüncesinden tamamen boş,
kendini tek ilâh zannettiği fikrini doğurmuştur. İşin doğrusu, O'nun bütün
bunların hepsini koyu bir milliyetçilik taassubu ile yapmış olmasıdır.
İslami öğreti, Yusuf (as)'un güçlü ve yüce şahsiyetinin
tesiri ile, kendi zamanında Mısır'ın dört bir yanında yayılmıştı. Bu durum,
Yusuf (as)'un Mısır hükümeti nezdinde elde ettiği nüfuz ve otoriteye tâbi
olarak, İsrail oğulları’nın Mısır'da kuvvetli bir güç kazanmalarını
sağlamıştır. İsrâlioğullarının Mısır'daki nüfuzları 300 veya 400 sene kadar
sürmüştür. Sonra Mısırlıların kalbinde milliyetçilik ve ırkçılık ateşi tutuşmuş
ve İsrail oğullarına karşı bunun gereğini düşmanca tatbik etmişledir. İş adamakıllı
kızışınca İsraillilerin gücünü tamamen yok etmişlerdir. İdare milliyetçi Mısır
hanedanlarının eline geçmiş ve hükümetleri peş peşe devam etmiştir. Bu yeni
hükümdarlar idare mekanizmasını ellerine geçirince İsrâil oğullarının esaret
altına alıp güçlerine bir son vermekle kalmamışlar, Mısır'da Yusuf (as)'tan
beri sürüp gelen eserleri mahvederek, cahiliyet devrine ait dini yaşayışları da
diriltmeye başlamışlardır. Bu devrelerde Musa (as) peygamber olarak
gönderilince, üstünlük ve hükümranlıklarının ellerinden çıkarak ikinci bir defa
İsrâil oğulları’nın eline geçmesinden korkmuşlardı. Firavun'un Musa (as)'ya cam
sıkılarak ve kızarak "Âlemlerin Rabbi nedir; benden başka bir ilâhın
olması mümkün müdür?" diye sormakta ısrar ve inat etmesi, âlemlerin
Rabb’ının varlığını bilmediğinden değildir. Bu hakikat Kur'an-ı Kerim'de
Firavunun yakınlarının konuşmalarından ve Musa (as)'nın hitabelerinden açıkça
anlaşılıyor. Mesela Firavun, Musa (as)'nın Allah'ın elçisi olmadığı iddiasını
pekiştirmek için şöyle diyor:
"Öyle ya, onun üstüne gökten altın
bilezikler atılmalı, yahut beraberinde birbiri ardınca kendisini tasdik edici
melekler gelmeli değil miydi?"(Zuhruf, 53)
Bu söz, zihni Allah'ın ve meleklerin varlığı fikrinden
tamamen habersiz bir kimsenin sözü olabilir mi? Kur'an-ı Kerim Hz. Musa ile
Firavun arasında geçen aşağıdaki konuşmayı da naklediyor:
"...Firavun O'na: "Musa! Ben seni
gerçekten büyüklenmiş sanıyorum" demişti. O da: "Andolsun dedi,
bunları birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabb’ından başkasının indirmediğini
bilmişsinizdir. Firavun! Ben de seni her halde helak edilmiş sanıyorum
demişti." (İsra, 101-102)
Başka bir yerde Allah-u Teâlâ Firavun kavminin kalplerinde
taşıdıkları şeyi açıklıyor:
"Âyetlerimiz apaçık delil olarak onlara
geldiği zaman: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler. Vicdanları da bu
âyetlere tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları
inkâr ettiler" (Nemi, 13-14). Kur'an-ı Kerim, şu âyette de bize Musa (as) ile
Firavun ailesinin bir toplantısını tasvir ediyor:
"Musa onlara dedi: "Yazıklar olsun
size. Allah'a karşı yalan düzmeyin. Sonra azap ile sizin kökünüzü kurutur.
Allah'a karşı yalan uyduran, muhakkak hüsrana uğramıştır." Derken
sihirbazlar aralarında işlerini çekişe çekişe görüştüler; gizlice müşavere ettiler.
Dediler ki: "Bunlar her halde iki sihirbazdır ki, sizi büyüleri ile
yerinizden çıkarmak, en şerefli ve üstün olan dininizi gidermek
istiyorlar." (Taha, 61-63)
Açıkçası Mısırlılarla peygamberleri Hz. Musa arasında, Hz.
Musa'nın, onları Allah'ın azabı ile korkuttuğu, iftiralarının kötü sonuçlarını
hatırlattığı zaman tepkileri anlaşmazlık ve reddediş şeklinde ortaya çıkmadı.
Çünkü hiç şüphesiz yüce Allah'ın azamet, büyüklük ve heybetinin gönüllerindeki
izi henüz tamamen silinmemişti. Ancak milliyetçi önderlerini büyük siyâsi
devrimin tehlikeleri ile korkuttukları zaman -ki bu tehlike İsrailli'lerin
Mısırlılara tekrar galip gelmeleri endişesi idi- onların da kalpleri katılaştı
ve Peygamberlerine karşı direnmek üzere ittifak ettiler.
Bu hakikat bizce açıkça anlaşıldıktan sonra, şunları
araştırmamız kolaylaşır: Firavunla Musa (a.s) arasındaki anlaşmazlık konusu ne
idi? Kendinin ve kavminin gerçek sapma noktaları nedir? Rab kelimesinin hangi
mânâları ile kendisi için rablık ve ilâhlık iddiasında bulunuyordu? Şimdi bu konuyla
ilgili olarak, aşağıdaki âyetleri sıra ile inceleyelim:
1) Firavun ailesinden olup, Musa (a.s)'nın
dâvetine karşı O'nu kışkırtan ve Musa'nın Mısır'dan çıkarılmasını isteyenler,
bazı münasebetlerle Firavun'a soruyorlardı:
"Musa'yı ve kavmini, fesatçılık etmeleri,
seni de ilâhlarını da terk etmesi için mi bu toprakta bırakacaksın?" (Araf, 127).
Musa (a.s)'ya iman eden kişi, onlara bundan farklı bir
şekilde karşılık veriyor:
"Siz beni Allah'a küfredeyim, rubûbiyyetini
hiçbir suretle tanımadığım nesneleri O'na ortak tutayım diye
çağırıyorsunuz" (Mümin, 42).
Bu iki ayete baktığımız ve Firavun dönemi toplumuna ilişkin
bilgileri ve geçmiş kavimlerin eserleri üzerine yapılmış tarih incelemelerini
de göz önüne aldığımız zaman, Firavun ve ailesinin, rab kelimesinin birinci ve
ikinci manâsıyla Allah-u Teâlâ'ya ortak koştuklarını, putlardan bazılarını
Allah'la beraber ortaklar kabul ederek onlara taptıklarını açıkça anlarız.
Demek ki Firavun, kendisi için tabiat âlemi üstünde bir rablık iddiasında
bulunsaydı, yâni göklerde ve yerde kendinden başka rab olmadığını düşünerek, bu
alemlerde var olan düzene ilişkin sözü geçen üstün bir varlık olduğunu iddia
etseydi, (onun döneminde) kesinlikle diğer ilâhlara tapılmazdı(Bazı müfessirler bu
ayetteki Âlihe kelimesinin kıraatinde, ibadet mânâsına olarak İlahe şeklini
tercih ettiler. Buna da, Firavun'un davasının göklerin ve yerin rabbı olmak
iddiasında bulunduğu kanaati ile vardılar. Onların kıraatine göre âyetin
mânâsı: "Musa ve kavmini, Seni ve Senin ibadetini terk etmeye bırakır
mısın?" olur. Yalnız burada düşünülmesi gereken noktalar var:
a)Bu kıraat şazdır ve bilinen okunuş şekline muhaliftir.
b)Müfessirlerin tercih ettikleri bu şaz kıraat, bir esasa
dayanmamaktadır.
c)Âlihe kelimesinin ibadet mânâsına ilâve olarak mabude veya
dişi put mânâları da vardır.
Bilindiği gibi Mısırlı'ların en büyük ilâhları, Mısır
lisanına göre, Râ denilen güneştir. Firavun'un mânâsı ise "Râ'nın
halefi" veya "Râ'nın görüntüsü" demektir. Buna göre Firavun'un
bütün iddiası, büyük güneş ilâhının maddî görüntüsü olmaktan öteye geçmez.)
Arapça’ya çevirenin notu:
Hemzenin kesri ile
kıraati hakkında Taberî Tefsirinde (l, 41-42;
IX, 17) onun İbnu Abbas ve Mücâhid'ten rivayet edildiğini
söyler ve zayıf gördüğünü şöyle belirtir: "Kendinden başka şekilde
okunduğu görülmeyen kıraat, Kur'an okuyuş otoritelerinin üzerinde ittifak
ettikleri
kıraattir. Çünkü kurranın onun üzerinde icma ettiklerine dair hüccet
vardır." Taberi bu kıraatin tefsirini bizzat İbnu Abbas'tan muhtelif vecihlerle
şöyle rivayet ediyor (IX, 18)
İbn-i Abbas Tefsirinde dedi ki:
"Seni ve senin ibadeti'ni" ve yine dedi ki: "Firavun'a ibadet
edilirdi; kendisi ibadet etmezdi" Yine ondan, "Senin ibadetini terk
eder" şeklinde başka bir rivayet vardır. Bu vechin, Musa (a.s)'nın Firavun'a ibadeti terk
etmesi, ona itaat etmemesi ve emrine boyun eğmemesi mânâsına yorumlanması
mümkündür.
Üstad Mevdûdî'nin, bu kıraatin ilâhın müennesi olan Âlihe (tanrıçalar) mânâsında
olmasına hamledilebileceği görüşü, Taberi'nin -her ne kadar zayıf
görse- de rivayet ettiği bir husustur. Şöyle demektedir: "Bazıları
zannediyorlar ki, İlahe olarak okuyan kimseler, Âlihe kıraatinin mânâsına
yaklaşan bir mânâ kastederler. Yalnız bununla, tek ve dişi bir ilâh
kasteder."
Taberi'nin zayıf görmesine rağmen, bunu takviye eden
bir vecih Üstad Mevdûdî'nin de dediği gibi, eski Mısırlılar güneşe tapıyorlardı.
İlahe kelimesi, Arapça'da güneş mânâsına da gelmektedir. Buna Utaybe b. el-Haris'l-Yerbûî'nin kızına ait şu şiiri,
delil olarak getirmektedir:
"Bir ikindi vaktinde, güneşin batmasından önce, biz
işret meclisinde idik. Burada ilahe kelimesinden kasd edilen mânâ güneştir.
Lügat kitapları da ilahe kelimesinin mânâları arasında, put,
ay ve güneşi de zikrederler. Bk. Kâmus'ul Muhit ve Lisânu'l-Arab
maddesi, el-Muhassas, IX, 19.Taberi, Mecmeu'l-Beyan da (IV, 46) İbnu'l-Cinni'den şunu rivayet ediyor:
"Güneşe ilahe denirdi. Zira ona tapıyorlardı."İşte bu, Üstad Mevdûdî'nin görüşünü destekleyen ve
tezine güç katan bir sözdür.)
2) Firavun'un Kuran’da varid olan şu sözlerine
gelince; "Firavun: Ey ileri gelenler! Ben sizin benden başka bir
ilâhınız olduğunu bilmiyorum" dedi. (Kasas, 38).
Firavun: "And olsun dedi, eğer benden başka bir ilâh
edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim." (Şuara,
29)
Firavun'un bu sözlerle kastı, kendinden gayri bütün ilâhları
inkar etmek değil, gerçek maksadı Musâ(a.s)'nın dâvasını red ve iptal etmektir.
Mûsâ(a.s), Rubûbiyyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp,
emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyâsî mânâları ile üstün hüküm ve
kuvvet sahibi bir ilâha davet edince, Firavun kavmine: "Ey kavmim!
Sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum" dedi
ve Hz. Musa'yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti.
Bu ayetlerden anlaşılan -tarihin ve geçmiş kavimlerden kalan
eserlerin şahadeti ile teyit edildiği gibi -Mısır Firavunları, kendileri için
sadece mutlak hakimiyet iddiasında bulunmuyorlardı. Güçlerinin idare ettikleri
tabakaya tesir etmesi ve üstünlüklerinin onların ruhunda hüküm sürmesini
ısrarla istedikleri için, ilâhlara ve putlara intisap etmekle bir nevi
mukaddeslik ve noksanlıklardan uzaklık iddiasında bulunuyorlardı. Bu
iddialarında Firavunlar yalnız değillerdi. Yeryüzünün her yerinde krallık
aileleri, siyasi hakimiyetten elde ettikleri üstünlüğe ilâveten az veya çok,
ortaklık fikrine saplanmışlardır. Bunu için devamlı şekilde idare ettikleri
toplulukların, kendi huzurlarında kulluğun gereklerinden bir şeyi yapmalarını
şart koşuyorlardı. Bununla birlikte bu dâvâları, semavi ulûhiyet dâvası
değildir. Bununla siyasi hakimiyetlerini kökleştirmek istiyorlardı. Bunun için
Mısır'da ve diğer cahiliyet devrini yaşamış ülkelerde idare eden zümrenin
ulûhiyeti, idare makamına bağlı olarak bir elden diğerine değişir durur.
3) Firavun'un asıl dâvası, tabiatın bağlı olduğu
nizamda istediğini yapabilen, üstün bir ilâhlık dâvası değildi. Aksine siyâsî
ilâhlık dâvası idi. O kendisini,rab kelimesinin üçüncü, dördüncü ve beşinci
mânâsı ile Mısır ülkesinde yaşayanların üstün rabbi zannediyordu. Diyor ki: "Ben
Mısır ülkesinin, ondaki zenginlik ve servetin mâlikiyim. Ben orada mutlak
hakimiyete layığım. Benim merkezi şahsiyetim, Mısır
medeniyet ve toplumunun temelidir. Şu halde bu topraklarda benim kanun ve
şeriatımdan başkası işlemez."
Firavun'un davasının Kur'an diliyle temeli şudur:
"Firavun kavmi içinde haykırdı:"Ey
kavmim!dedi:Mısır mülkü (egemenlik, mülkiyet ve tasarrufu) ve altımdan akan şu
ırmaklar benim değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız?" (Zuhruf,
51).
İşte bu Nemrûd'un rablik davasının dayandığı temelin
aynısıdır:
"Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği
için şımararak, İbrahim ile Rabbi hakkında çekişti." (Bakara, 258)
Yine bu, Yusuf (a.s)'un çağdaşı olan Firavun'un halkına
karşı rabliğinin da esasıdır.
4) Musa (a.s)'nın kendisi ile Firavun ve
ailesi arasında bulunan anlaşmazlığın sebebine gelince: Rab kelimesinin bütün
mânâsı ile, alemlerin rabbi olan Allah'tan başkası rab ve ilâh değildir. O,
tabiat alemlerinin de ötesinde tek olan rab ve ilâhtır. Nitekim O siyâsî ve
içtimâi manâsıyla da rab ve ilâhtır. Bunun için de, ibâdetin yalnızca ona
tahsis edilmesi, hayatın muhtelif yönlerinde, O'nun kanunlarından başkasına
tabi olunmaması gerekir. Allah-u Teâlâ, Hz. Musa vasıtasıyla kullarına olan
emir ve yasaklarını vahiy yoluyla bildirecektir. Bu sebeple kullarının
işlerinin takdiri Firavun'un değil, O'nun kudret elindedir.
Bu durumda Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri tekrar tekrar Musa ve Harun'un
Mısır'ı ele geçireceklerini iddia ediyorlardı. Diyorlardı ki: "Musa ve
Harun bizim dînî ve medenî nizâmımızı, istedikleri nizâm ve kaidelerle
değiştirmek için elimizden almak istiyorlar."
"And olsun ki, biz Musa'yı da, Firavun'a ve
O'nun ileri gelenlerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle gönderdik. Yine
onlar, Firavun'un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun'un emri hiç de yetkili
ve dürüst değildi" (Hûd, 96,97)
"And olsun biz, bunlardan evvel Firavun
kavmini de imtihan ettik. Onlara da çok şerefli bir peygamber gelmişti: Bana
Allah'ın kullarını teslim edin. Çünkü ben size gönderilmiş emin bir
peygamberim. Allah'a karşı yücelik taslamayın. Zira ben size apaçık bir burhan
getiriyorum diye" (Duhan, 17-19). "Hakikat,
biz Firavun'a bir peygamber yolladığımız gibi, size de kıyamet günü üzerinize
şahit olarak bir peygamber gönderdik. Firavun o peygambere isyan etti; Biz de
onu ağır ve çetin bir tutuşla yakalayıverdik" (Müzzemmil, 15-16).
"Firavun dedi ki: O halde yâ Musa! Sizin Rabbiniz
kim? O da, Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da yolunu gösterendir
dedi" (Tâhâ, 49-50).
"Firavun dedi ki: Alemlerin Rabbi dediğin
nedir1? Musa: Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir.
Eğer hakikati bilmeyen ehil kimseler iseniz, O'nun birliğine inanın" dedi.
Firavun etrafında bulunanlara: işitmiyor musunuz? dedi. Musa: O sizin de,
evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi. Firavun: Her halde dedi, size
gönderilen bu peygamberiniz mutlak delidir. Musa dedi ki: O doğu ile batının ve
ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir; eğer aklınızı kullanırsanız.
Firavun: And olsun dedi; eğer benden başka bir ilâh edinirsen muhakkak ve
muhakkak zindana girenlerden ederim" (Şuarâ, 23-29)
"Firavun: Bırakın beni dedi; Musa'yı
öldüreyim. Varsın Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden
yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum." (Mümin, 26).
"Dedi ki: Ey Musa! Sen bizi sihrinle
toprağımızdan çıkarmak için mi bize geldin?"(Tâhâ, 57)
"Dediler ki: Bunlar her halde iki
sihirbazdır ki, sizi büyüleri ile yerinizden çıkarmak en şerefli ve en üstün
olan dininizi gidermek istiyorlar" (Tâhâ, 63).
Şu âyetlerden yaptığımız sıraya göre, dikkatle bakıldığında
açıkça görülür ki, en eski devirlerden itibaren muhtelif toplumlarda devam ede
gelen sapmalar aynıdır.
Aynı zulmetler Nil vadisini de
kaplamıştır.
İlk insandan itibaren bütün peygamberlerin yerine
getirdikleri hak davet de, bizzat Musa ve Harun'un davetinin aynısıdır
YAHUDİLER ve HIRİSTİYANLAR
Firavun'un ailesinden sonra, şimdi de İsrail oğulları ile Yahudilik
ve Hıristiyanlığı din edinen diğer kavimleri görelim. Bunlar hakkında,
âlemlerin Rabbinin varlığını inkâr ettikleri veya O'nun ulûhiyet ve
Rûbûbiyetine inanmadıkları zannım beslemeye imkân yoktur. Zira bizzat Kur'an-ı
Kerim, onların Ehl-i Kitap olduklarına şahâdet etmektedir. Onlar
hakkında araştırmacının zihninde doğan soru ise şudur: "Kur'an-ı Kerim'in
onları ehl-i dalalet sayılmasına sebep olan rûbûbiyet
hakkındaki düşünce ve inançlarındaki hatanın sının nereye kadardır?
Bu sorunun özlü cevabını, Kur'an-ı Kerim'de buluruz:
"De ki: Ey Ehl-i Kitap! Dininizde
haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem bir
çoğunu saptırmış ve hâlâ da dümdüz yoldan ayrılıp sapa gelmiş bir kavmin heva
ve hevesine uymayın." (Mâide, 77).
Bu âyetler, hem Yahudi ve Hıristiyanların sapıklığının
temelini, hem de geçmiş kavimlerin saplandığı sapıklıklarının dindeki
aşırılıklarından ileri geldiğini gösterir:
"Yahudiler: Uzeyr Allah'ın oğludur dediler.
Hıristiyanlar da: Mesih İsa, Allah'ın oğludur dediler. (Tevbe, 30).
"Meryem oğlu Mesih İsa, hakikat Allah'ın
kendisidir" diyenler, and olsun kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih
şöyle demişti: Ey İsrail oğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a kulluk edin" (Maide, 72).
"Allah hakikaten üçün üçüncüsüdür diyenler
and olsun ki, kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiç bir tanrı
yoktur" (Maide, 73).
"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara
Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edininiz diyen sen misin? dediği
zaman O; "Seni tenzih ederim Ya Rab! Hakkım olmayan bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz
dedi" (Maide, 116).
"Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki
Allah, kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra O, insanlara:
"Allah'ı bırakıp da gelin bana kul olun" desin. Fakat o: Öğretmekte
ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun der. Sizin
melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez O. Ya size, siz
Müslümanlar olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?" (Âli İmran, 79,80).
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Ehl-i Kitabın sapkınlığı şu
iki sebepten ileri geliyordu:
Birincisi: Onlar dindeki yüce mevkileri sebebiyle
her türlü saygıya layık olan peygamberler, veliler ve melekler gibi mukaddes
varlıklara hürmette mübalağa ettiler, onları hakiki makamlarından çok üstte
ilâhlık mertebesine yücelttiler. Allah'la beraber ortaklar kabul ettikleri
gibi, bu alemdeki nizamda etkilerinin varlığına inandılar. Sonra onlara ibâdet
ettiler, onlardan yardım dilendiler. Onların tabiat üstü alemde hükmü geçen
rabler ve ilâhlar olduklarına kanaat getirdiler. Yine onların, günahlarını
affederek yardım etmeye, korumaya güçlerinin yettiğini zannettiler:
İkincisi: "Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini,
rahiplerini rabler edindiler" (Tevbe, 31).
Yâni dindeki görevleri, insanlara ilâhi kanunun hükümlerini
öğretmek ve Allah'ın rızası gereğince onları dünyevi fenalıklarından arıtıp
temizlemeye sevk etmekten ibaret olan kimseleri, yavaş yavaş esas mevkilerinden
yükseğe çıkartıp, dilediklerini kendilerine helal kılan, dilediklerini de haram
kılan, Allah'ın Kitabı'ndan hiç bir esasa dayanmadan arzularının istediği
şekilde emir ve yasaklar koyan, nefislerinin arzuladığı şeyleri uyulması lazım
gelen bir yol haline getiren üstün varlıklar makamına oturttular. Böylece
bunlar kendilerinden önce Nuh, İbrahim, Ad, Semûd, Medyen vs. kavimlerinin
düştükleri tehlikeli iki esas sapıklığa saplandılar. Melekleri ve Allah'a yakın
kullan, geçmiş sapık toplumlar gibi, tabiat üstü varlıklar kabul ederek Allah'a
ortak koştular. Yine geçmiş sapık toplumların yaptığı gibi, siyâsî ve medenî
mânâları ile rubûbiyeti, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'a karşılık
insan oğluna tahsis ettiler. Medenî, içtimaî, ahlâkî, siyâsî hükümlerin
esaslarının hepsini Allah'tan gönderilen delillerden yüz çevirerek, insanlardan
almaya koyuldular. Aşırılıkta ve sapıklıkta o dereceye düştüler ki, Kur'an
haklarında şu hükmü verdi:
"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz
nasip verilenlere? Kendileri Cibt ve Tağuta tapıyorlar? (Nisa, 51)
"De ki: Allah katında bir ceza olmak
bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet ve
aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle Tağuta tapanlardır ki işte
bunların mevkii daha kötü, dümdüz yoldan en büyük sapıştır." (Mâide, 60)
Bu iki ayette, Cibt ve Tâğut kelimeleri
geçmektedir. Bunlardan: Cibt kelimesi, haç, sihir, muskacılık, gözbağcılık,
kahinlik, gaybten haber verme, uğursuzluk, falcılık, tabiat
kanunlarının dışındaki tesirlerden gelen bütün vehimleri ve hurafeleri içine
alan bir kelimedir.
Tâğut ise, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk
haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rûbûbiyet iddiasına kalkışan her şahıs,
zümre ve idareye denir.
Yahudi ve Hıristiyanlar sözü geçen iki tür sapıklığa duçar
oldular: Birinci tür sapıklığın sonucu, her tür yanlış düşüncenin akıl ve
gönüllerine yerleşmesi oldu. İkincisinin sonucunda ise, bilginler, üstatlar, süfiler ve rahiplere, ibâdet
aşamasından sonra, zamanla Allah'a açıkça isyan eden despot ve zalimlere ibâdet
ve itaate yöneldiler.
ARAP MÜŞRİKLERİ
Şimdi de peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed
(s.a)'in kendilerine gönderildiği, Kuran’ın ilk hitap ettiği kimseler olan Arap
müşriklerden bahsedelim:
Onların ulûhiyet ve rûbûbiyet konusunda sapıklıkları hangi
çeşittendi? Alemlerin Rabbi olan Allah'ı bilmiyorlar mıydı? Veya O'nun
varlığını inkâr ediyorlardı da, Rasulullah onların kalplerine Yüce
Allah'ın varlığını yerleştirmek için mi gönderilmişti? Allah'ın alemlerin Rabbi
ve ilâhı olduğuna inanmıyorlardı da, Kur'an-ı Kerim onları ikna için mi
indirilmişti? Allah'a ibâdeti ve O'na boyun eğmeyi kabul mu etmiyorlardı?
O'nun, duaları işiten, ihtiyaçları gideren olduğuna inanmıyorlar mıydı? Lat, Menat, Uzza, Hübel ve diğer ilâhların
hakikatte şu kainatın yaratıcısı, mâliki, rızık vericisi, idare ve
sürekliliğini elinde tutan varlıklar olduklarına mı inanmıyorlardı? Yoksa bu
ilâhların medeniyet ve ahlâk hususunda kanun koyucu, hidâyet ve irşat kaynağı olduklarına mı
kanaat getiriyorlardı?
Bütün bu sorular hususunda Kur'an-ı Kerim'e müracaat
ettiğimiz zaman bize olumsuz cevap verir ve açıklar ki, arap müşrikleri sadece
Allah'ın varlığını kabul etmekle kalmayıp O'nun, kendi ilâhları da dahil olmak
üzere, bütün alemin yaratıcısı, mâliki ve en üstün Rabbi olduğuna
inanıyorlardı. Ulûhiyet ve rûbûbiyet huşunda da, O'na boyun eğiyorlardı.
Allah-u Teâlâ, dua ettikleri, kendilerine bir zarar dokunduğu veya bir bela
isabet ettiğinde sığındıkları en yüce, en üstün makamdı. Sonra Allah'a ibâdet
etmek ve boyun eğmekten de çekinmiyorlar di. İlâhları ve putları hakkındaki
inançları ise, onların gerek kendilerini, gerek bu kainatı yaratan, hepsini
rızıklandıran, ahlakî ve medenî yaşayışlarında doğru yola ulaştıran ve irşat
eden varlıklar oldukları merkezinde de değildi. Aşağıdaki âyetler, onların bu
husustaki görüşlerini pek açık aksettirmektedir:
"Onlara de ki: Kimindir o yer ve ondakiler,
biliyor musunuz? Allah'ındır diyecekler. O halde iyice düşünüp de ibret almaz
mısınız siz? de. Yine de ki: Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük Arşın sahibi?
Allah'tan başkasına tapmaktan sakınmaz mısınız? De ki: Her şeyin mülkü elinde
bulunan kimdir ki; daima O himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor?
Söyleyin, biliyorsanız? Allah'ındır diyecekler. De ki: O halde nasıl olup da
böyle büyükleniyorsunuz? Hayır biz onlara hakikati getirdik. Onlarsa muhakkak
yalancıdırlar" (Müminun- 84-90).
"O, sizi karada ve denizde gezdirendir.
Hatta, gemilerle denize açıldığınızda, gemilerin elverişli bir rüzgârın önünde
yolcuları alıp götürdüğünde, yolcular da bununla sevindikleri zaman ona
şiddetli bir fırtına gelip çatar, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları sırada
O'na dua ederler."
"And olsun derler, eğer bizi bundan
kurtarırsan seksiz şüphesiz şükredenlerden olacağız" Fakat Allah, onları
selâmete erdirince bakarsın ki yer yüzünde yine haksız yere taşkınlıklarda
bulunuyorlar" (Yunus, 22,23).
"Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman,
Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi kurtarıp karaya
çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür" (İsrâ, 67)
Kur'an-ı Kerim onların ilâhları hakkındaki inançlarını kendi
ağızlarından şöyle nakleder:
"Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım
dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar
diye tapıyoruz (Zümer, 3)
"Bu putlar Allah yanında bizim
şefaatçilerimizdir! derler." (Yûnus, 18).
Sonra onlar, ilâhların hayatî işlerinde kendilerine yol
gösterdiğini de zannetmiyorlardı. Allah-u Teâlâ Rasûlüne, Yûnus Suresinin 35.
ayetinde: "Sizin ortaklarınızın içinde, hakkı gösterecek bir kimse var
mıdır?" sualini sormasını emretti. O, imkân bulduğu her fırsatta bu soruyu
sordu. Onlardan hiç biri buna müspet cevap veremedi. Hiçbiri cesaretle çıkıp da, "Lât,
Menat, Uzza ve diğer ilâhlar, bizi akide ve amel yönünden en doğru yola
iletirler. Dünya hayatımızda bize adalet, emniyet, selâmet esaslarını
öğretirler. Biz onların ilim kaynağından kainatın hakikatlerini öğreniriz"
diyemedi." Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Peygambere der ki:
"Hakkı gösterecek ve ona iletecek
Allah'tır. O halde Hakka hidâyet edecek Allah mı, kendisine doğru yolu
bulamayan o uydurma tanrılar mı? Ne oluyor size? Nasıl böyle yanlış
hükmediyorsunuz?" (Yûnus, 35)
Bu, Kur'an hükümlerinden sonra geriye şu sorunun cevabını
aramamız kalıyor: Onların rûbûbiyet konusunda sapkınlıkları ne idi ki, Allah-u
Teâlâ peygamberini bu düşünceyi doğrulamakla vazifelendirdi ve onları bu fikrin
karanlığından hidayetin nuruna çıkarmak için Kitabını indirdi? Bu meseleyi
araştırmak için Kur1 an'a müracaat ettiğimiz zaman, inanç ve ameller
hakkındaki, eskiden beri hak yoldan ayrılmış toplumların, devam ede geldikleri
yanlışlığın iki çeşidi üzerinde durmak mecburiyetinde kalırız.
Bir taraftan tabiat âlemi üstündeki rûbûbiyet ve ulûhiyet
konusunda Allah'a, başka ilâh ve rableri ortak koşup dururken meleklerin,
mukaddes insanların, gökteki yıldızların, bağlı oldukları düzen üstünde,
hükmedici selahiyetlerden bir çeşit selahiyete sahip olduklarına inanıyorlardı.
Bunun için duada, yardım talebinde, ibâdetlerin yerine getirilmesinde sadece
Allah'a yönelmiyorlar, elleri ile yapıp süsledikleri uydurma ilâhlarına da
müracaat ediyorlardı. Diğer taraftan da medenî ve siyâsî rûbûbiyet konusunda
Allah-u Teâlâ'nın rab olduğunu düşünmeyecek durumdaydılar. Din adamlarını,
reislerini, kabile şeflerini bu mânâlarda rabler ediniyorlar, hayat kanunlarım
onlardan alıyorlardı.
Birinci çeşit sapkınlıklarına Kur'an-ı Kerim, aşağıdaki
âyetlerle şahâdet etmektedir:
"İnsanların kimi de, Allah'a dinin yalnız
bir tarafından ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır.
Eğer bir fitne isabet ederse, yüzü üstü döner. Dünyada da, ahirette de hüsrana
uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın ta kendisidir. O, Allah'ı bırakır da
kendisine ne zarar, ne fayda vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise haktan en
uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana tapar;
taptığı şey ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır." (Hacc, 11-13).
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir
zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de, bu putlar, Allah
yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: Ey Kavmim! Siz Allah'a
gökte ve yerde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?^) Haşa, O, eş
tutmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir" (Yûnus, 18) (Yani, Ey kavmim! Siz,
ilâhlarınızın benim nezdimde tesir ve nüfuzu olduğunu, onların her
şefaatinin benim nezdimde kabul edildiğini vehmediyor, bunun için onlara
tapıyor, adaklar adıyorsunuz. Lâkin göklerde ve yerde benim huzurumda güç ve
çareye sahip olan veya şefaatini kabul etmeye beni zorlaya-bilen bir kimse
tanımıyorum.Siz benim tanımadığım şefaatçilerden beni ayıramıyor musunuz?En açık bir
gerçektir ki, bir şeyin Allah'ın ilminde olmaması demek, onun varlık aleminde
hiç bulunmamış olması demektir.)
"De ki: Gerçekten siz mi o arzı iki günde
yaratanı inkâr ediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir" (Fussilet, 9).
"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir
zarar, ne bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki her
şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine,
bütün varlığı ile dönerek, yalvarır. Sonra O'na kendi tarafından bir nimet
verildiği vakit ise, evvelce O'na yalvardığını unutur, Allah'a O'nun yolundan
saptırmak için eşler katmaya başlar."(Zümer, 8).(Allah'a denk tuttu; yani,
"şu sıkıntıyı benden şu mukaddes şeyh giderdi;şu nimeti ise şu velî
sayesinde elde ettim" demeye başladı)
"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra
size herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na yalvarır ve
feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit
ise, içinizden bir takımları bakarsınız ki Rablarına eş tutuyorlar. Bunu
kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri için yaparlar. Öyle
ise eğlenedurun. Yakında bileceksiniz. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden
onlar, o bilmezler, o putlar için hisse ayırırlar Allah'a and olsun ki,
düzmekte olduğunuz bu iftiralardan elbette mes'ul olacaksınız" (Nahl, 53-56).(Yâni, kendilerine herhangi
bir ilim ulaşmadığı halde, kötülükleri defedip işleri kolaylaştırdıkları
ispatlanmayan bu putlara ikramda bulunuyor, şükrân-ı nimet olsun diye
kendilerine adaklar adıyor ve ne tuhaftır,bu harcamalarını bizim verdiğimiz
rızıktan yapıyorlar.)
Diğer sapkınlıkların
delilleri:
"Bunun gibi, onların ortakları olan o
putların hizmetçileri, müşriklerden bir çoğuna hem onları helake düşürmek, hem
kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi elleri
ile öldürmelerini hoş göstermiştir" (En'am, 137).
Bu âyetteki ortaklardan kasıt ilâhlar ve putlar değil,
bilakis evlatlarını öldürmeyi Araplara süsleyip gözlerinde haysiyetli bir
şeymiş gibi gösteren, bu adî bid'atı İbrahim ve İsmail'in dinine sokmaktan da
çekinmeyen başkan ve önderleridir. Şurası açıktır ki Araplar, evren üzerinde
egemenliklerine inandıkları veya kendilerine kulluk edip dua ettiklerinden
dolayı önderlerini Allah'a ortak koşmuş değillerdi. Aksine onların, dinî,
ahlakî, içtimaî ve medenî yaşayışları için gerekli kanun ve nizamları,
diledikleri şekilde yapmak suretiyle kendilerine teslim ettikleri için
rûbûbiyet ve ulûhiyette Allah'a ortak koştular.
"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği
şeyleri o fasit dinlerinden çıkartıp; kendilerine şeriat yapan ortakları mı
var?
(Şuara, 212)
Bu kitapta "Din" kelimesinin mânâlarının tafsilatı
yakında Din başlığı altında gelecek. Orada bu âyetin mânâlarını ve kapsamını
açıklayacağız. Burada ise anlaşılan şudur: Önderlerin, Allah'ın izin vermediği
bir "din" adına olmak üzere ceza ve kanunlar koymaları, Arapların da
uyulması gerekir diye bu kanunlara inanmaları, söz konusu önderlerin ulûhiyet
ve rûbûbiyette Allah'a ortaklığından ve halkın da bu ortaklığa inanmasından
başka bir şey değildir.
KURAN'I KERİM'İN DAVETİ
Aşağıdaki gerçeği gün ışığına çıkarmak için, eski kavimlerin
inanç ve düşünce tarzlarım, yukarıdaki sahifelerde yeterince ele almıştık.
Kur'an-ı Kerim'in, en eski devirlerden kendi zamanına gelinceye kadar zulüm,
sapıklık ve akide bozukluğu ile ayıpladığı bütün milletler, Allah'ın varlığını
veya Allah'ın mutlak mânâda ilâh ve rab olduğunu kabul etmez değillerdi.
Hepsinin müşterek yanlışlıkları, rab kelimesinin, Kur*an ve lügatten deliller
getirerek bu bahsin ilk satırlarında sınırladığımız beş mânâsını, birbiriden
zıt iki kısma ayırmalarından ileri gelmektedir.
Tabiat-üstü bir düzenle insanların terbiyesini, ihtiyaçlarım
gidermeyi, onları koruyup gözetmeyi üstlenen anlamındaki "rab"
kelimesinin kendilerince daha değişik bir anlamı bulunuyordu. Onlar, her ne
kadar bütün gerekliliğiyle Allah-u Teâlâ'nın en üstün Rableri olduğuna
inanıyorlarsa da, rûbûbiyette O'na melekleri, cinleri, gizli kuvvetleri,
yıldızları, gezegenleri, peygamberleri, velileri ve ruhanî önderleri ortak
koşmaktan çekinmiyorlardı.
Emredip yasaklayan, yüce egemenlik sahibi, doğruluk ve
hidayetin, kanun ve yasamanın kaynağı, devlet ve ülke hâkimi, toplumun ve
medenî hayatın merkezi anlamında "rab" kelimesine gelince: Bu
anlamdaki "rabbi da değişik anlamlarda kullanıyorlardı.
Bu mefhum gereğince, ya insanın doğrudan doğruya Allah'tan
gayri Rab olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın Rab olduğuna nazarî bir şekilde
inanmış olmakla beraber, siyâsî ve medenî ahlak işlerinde bu varlıkların
rûbûbiyetine teslimiyet gösteriyorlardı. İşte tarihin, ilk anından beri,
peygamberlerin yıkmak için devamlı olarak gönderildikleri asıl yanlışlık budur.
Bunun için de, son olarak Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed (sa)'i gönderdi.
Peygamberlerin hepsinin daveti şudur: Kelimenin bütün mânâsı ile Rab birdir.
Bunun başka alternatifi yoktur. O da, isimleri mukaddes olan Allah-u Teâlâ'dır.
Rûbûbiyet ise parçalanmayı kabul etmez. O'nun parçalarından birisi, hangi
yoldan olursa olsun Allah'tan başkasına ait olamaz. Bu kâinatın nizâmı, -aslı
ve merkezi ile- en sağlam bağlarla biri birine bağlıdır; onu tek olan Allah yaratmıştır.
O'na, her türlü müracaatların tek kaynağı olan Allah hükmeder; ondaki bütün
selahiyet ve hükümranlığa ortaksız ve benzersiz olan Allah maliktir. Bu nizamın
yaratılmasında Allah'tan başkasının müdâhalesi yoktur. O'nun sevk ve idaresinde
Allah'la beraber ortak olan, izzet ve saltanatında O'na denk olan tek kimse
yoktur. Allah-u Teâlâ merkezi hükümranlığının tek sahibidir. Bu bakımdan O, tek
başına tabiat üstü aleminin Rabbi olduğu gibi ahlak, siyaset ve medeniyet
işlerinde de Rabdir, mabuddur. Ruk'u ve secdenizde yöneleceğiniz varlıktır.
Duanızın yöneleceği yer, tevekkülünüzün dayanağıdır ve bu durum, bu tek ilâhın
ilâhlığının özelliğidir. Bunu için, bu "rab" anlamlarının hiçbirine
göre, yaratıklardan hiçbir şeyi Allah'a ortak (şerik) koşmak mümkün olmadığı
gibi, bu anlamlardan birini diğerinden ayırmak da mümkün değildir.
Kuran'ın, bu davetini yaparken takip ettiği üslup ise
aşağıdaki ayetlerde görülmektedir:
"Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı
günde yaratan, sonra Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır. Kendisini durmayıp
kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızları -hepsi de
emrine ram olarak- yaratan O. Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O'na
mahsus. Alemlerin Rabbı olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir" (Araf, 54).
"De ki: Size gökten ve yerden rızık veren
kim? O kulaklara ve gözlere mâlik olan kim? Ölüden diriyi kim çıkarıyor;
diriden ölüyü kim çıkarıyor? işi kim tedvir ve idare ediyor?" Derhal
diyecekler ki: "Allah." De ki: O halde, O'nun ikabından sakınmaz
mısınız? İşte bunları yaratan sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık
haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl olup da (bunca delillere
rağmen) imandan, döndürülüyorsunuz" (Yûnus; 31,32).
"Gökleri ve yeri hakkın ikamesine sebep
olarak yarattı O. Geceyi gündüzün içine bürüyüp örtüyor, gündüzü de gecenin
üstüne sarıyor. Güneşi, ayı musahhar kıldı. Her biri muayyen bir vakit için
akmaktadır... işte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk O'nun, O'ndan başka hiç bir
ilâh yok. Böyle iken siz nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Zümer, 5,6)
"Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye
geceyi, görüp işlemenize vasıta olarak da gündüzü yaratandır".
"İşte Rabbiniz olan, her şeyi yaratan Allah
budur. O'dan başka hiç bir ilâh yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?"
"Allah sizi fâideniz için yeri bir
karargâh, göğü bir bina yapan size suret veren, sonra suretlerinizi
güzelleştiren en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. İşte Rabbınız
olan Allah budur. Bütün âlemlerin Rabbı yücedir. O dâimi yaşayandır. O'ndan
başka hiç bir ilâh yoktur. O halde O'na, dininde ihlas erbabı olarak dua
edin" (Mümin, 61-65).
"Allah sizi topraktan yarattı" (Fâtır, 11).
"O geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de
gecenin içerisine sokar. Güneşi, ayı emre amade etmiştir. Her biri belirli bir
müddet için akıp gidiyor, işte bunları yapan Allah'tır; sizin Rabbinizdir. Mülk
O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile
mâlik olamazlar. Eğer onlara dua ederseniz, duanızı işitemezler. İşitseler bile
size cevap veremezler. Kıyamet gününde de onlar, sizin müşrikliğinizi
tanımayacaklardır" (Fâtır, 13, 14).
"Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur.
Hepsi de O'na boyun eğicidirler" (Rûm, 26).
"O, size kendi nefislerinizden bir örnek
getirdi. Sizi mıhlandırdığımız şeylerde sağ elinizin mâlik olduğu kölelerden
ortaklarınız olmasını ister de bu hususta siz onlarla eşit olur, onları
kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız? İşte biz âyetleri, aklını kullanacak
bir kavim için, böyle açıklarız. Hayır, o zulmedenler bilgisizce kendi
hevalarına tâbi oldular" (Rûm, 28-29).
"O halde, sen yüzünü bir muvahhid olarak
dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır.
Allah'ın yaratışına hiç bir şey bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir.
Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30).
"Müşrikler, Allah'ı hak ve lâyık olduğu
şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü yeryüzü, toptan ancak O'nun bir
kabzasıdır. Gökler de, O'nun sağ eliyle toplanıp dürülmüşlerdir. O, müşriklerin
kendisine katmağa devam ettikleri ortaklarından münezzehtir, çok yücedir" (Zümer, 67).
"Demek bütün hamd, hem göklerin Rabbı, hem
yerin Rabbı, Allah'ındır. Göklerde de yerde de, büyüklük ancak O'na mahsustur.
O, mutlak kadirdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Casiye, 36-37).
"O göklerin, yerin ve onların arasında ne
varsa hepsinin Rabbi'dir. O halde sen, O'na kul-lak et ve kulluğunda da iyice
sebat et. Hiç, ismi O'nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor
musun?" (Meryem, 65).
"Göklerin ve yerin bilinmeyenleri
Allah'ındır. Her şey O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et; O'na güvenip
dayan" (Hûd, 123).
"O doğunun da, batının da Rabbidir. O'ndan
başka hiç bir ilâh yok. O halde güvenecek ve dayanacak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 97).
"Hakikat şu tevhit ve İslam dini, bir tek
din olarak, sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil,
bana kulluk edin. (Yahudiler, Hıristiyanlar) aralarında, din işlerinde fırka
fırka oldular. Bununla beraber hepsi, yine ancak bize dönücüler" (Enbiyâ, 92-93)
"Rabbinizden size indirilen (Kur'an-ı
Kerim)e uyun; ondan başkalarını veliler edinip de uymayın" (Araf, 3)
"De ki: Sığınırım insanların Rabbine,
insanların yegâne mâlikine, insanların mabuduna" (Nâs, 1-3)
"Artık kim, Rabbine kavuşmayı ümid ve arzu
ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiç bir kimseyi ve hiç bir
şeyi ortak tutmasın" (Kehf, 110)
Bu âyetleri tertiplediğimiz sıra ile okuyunca, şu hususlar
açıkça belirir ki, Kur'an-ı Kerim rûbûbiyeti hakimiyet ve mülkün eş manâlısı
(soverignty) kabul ediyor. Ve bize Rabbin şu kâinatın mutlak ve ortaksız tek
hakimi, mâliki olduğunu bildiriyor.
Bu itibarla O, bizim Rabbimizdir. Bütün alemin Rabbidir,
terbiye edicimiz ve ihtiyaçlarımızı giderendir.O kefilimiz, koruyucumuz ve
vekilimizdir.İtaat etmek, toplumsal hayatımızda değerli ve sağlıklı bir
yöntemle dayanak teşkil eden sağlam bir fıtri temeldir. Merkezî şahsiyetiyle
olan bağlantı sonucudur ki, değişik fert ve gruplar ümmetin düzenine katkıda
bulunurlar.
Biz de dâhil, bütün yaratılmışların kulluğuna, itaatine, boyun eğmesine lâyık
yegâne varlık O'dur.O, bizim ve her şeyin sahibi, efendimiz ve hakimimizdir.
Araplar ve bütün dönemlerin cahiliyet halkı, rûbûbiyetin bu
toplayıcı anlamını parçalara bölüp değiştirmekle hata ettiler. Bugüne kadar da
hata etmekte devanı ede gelmekteler. Sonunda da zan ve vehim onları,
rûbûbiyetin beş çeşidinin de çeşitli şahıslara ait olduğu fikrine götürdü.
Hatta bunun bilfiil o zatlara ait olduğuna da inanır oldular. Kur'an geldi de,
ikna edici kuvvetli delilleriyle rûbûbiyete ait az veya çok herhangi bir
hususun, elinde hükmetme selahiyeti olan başka birine ait olamayacağını tespit
etti. Bizzat bu nizâmın kendisi, rûbûbiyetin bütün çeşitlerinde, bu nizâmı,
yarattığı varlıklara hediye eden Allah'a ait olduğuna açık bir delildir.
Bunun için kim bu nizâmın içinde yaşadığı halde, hangi
şekliyle olursa olsun, rûbûbiyetin bir kısmının Allah'tan başkasına ait
olduğunu zannederse o, hakikatle savaşmış, hakka isyan etmiş, eliyle kendini
tehlike ve hüsrana atmış, gerçeğe aykırı davranarak kişiliğini zedelemiş olur.
İBADET KELİMESİNİN DİL YÖNÜNDEN ARAŞTIRILMASI
Ubûdet, Ubûdiyyet ve Abdiyyet (Köle olmak
ve kulluk) diye kullanılan kelimenin lügat mânâsı'(İbnu'l-Fâris, Makâyisu'l-Luga, V, 205'de
maddesinde şöyle diyor:
kelimesindeki
ve
sanki
birbirine zıt iki sahih harf gibidirler. Bu iki asıldan birincisi yumuşaklık ve
tevazuya, ikincisi de şiddet ve kabalığa delalet eder.İbn Side, el-Muhassas XIII, 96' da şöyle diyor:
"Lügatte ibâdetin aslı boyun eğmek... ibadet, itaat etmek, tevazu
göstermek ve meskenet birbirine yakın manâlı olan kelimelerdir; ibâdet mabuda
itaat olsun veya olmasın daha üstünü olmayan her tür boyun eğme demektir; ancak
mâbud için olan itaat itaattir, boyun eğme ve bir çeşididir, ibadete ancak,
görme, işitme, idrak ve hayat gibi en yüce nimetleri veren layıktır; şükür ve
ibâdete ise ancak nimetle hak kazanılır. Çünkü ibâdetlerde azın azı bile, ancak
nimetin en yükseğim veren zâta karşı yapılma hakkına sahiptir. İşte bunun için
ibâdete hak kazanan mâbud sadece Allah'tır) itaat etmek, tevazu
göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye isyan etmeksizin, ondan
yüz çevirmeksizin, mukavemet de göstermeden itaat etmesi ve boyun eğmesidir; o
kadar ki kendisine boyun eğilen kişi, onu dilediği şekilde kullanır; hizmet
ettirir. İşte bundan dolayı Araplar, yumuşak huylu, kolaylıkla güdülen yük
devesi için
, gidişi gelişi kolay olan yol için de
tabirlerini kullanırlar. Bu etimolojik
kökten, kelimenin yapısında mevcut olan kulluk, itaat, ilâh edinmek, tapınmak,
hizmet, bağlanmak, bağımlı kılmak ve yasak gibi mânâlar çıkmıştır. Lisanü'l-Arab'da (
) kelimesi ile ilgili olarak aşağıda
özetlediğimiz anlamlar yer almaktır(Bk. Lisânü'l-Arab IV, 259-269)
1) Kul, yâni hür olanın karşıtı olan köle.
Adamı
köle edindi; onu kul, yâni köle edindi, yahut onu kul muamelesine tabi tuttu.
Yine aynı mânâyı ifade etmek için,
tâbirleri kullanılır. Hadis-i Şerifte bu
hususu teyit için şöyle buyruluyor:
"Üç kişi vardır ki ben onların hasmıyım:
Bunlardan birincisi, hür bir kimseyi köle ve mülk edinen adamdır." Başka bir rivayette
hürü köle edinen, yâni hür bir kimseyi kendine kul, köle edinen.
Kur'an-ı Kerim'de Musa (a. s) Firavun'a şöyle dedi:
"İsrail oğullarını kul köle edindin
diye
mi bana minnet ediyorsun?" (Şuarâ, 22)
2) İbâdet, boyun eğmekle beraber itaat. Meselâ:
"Tâğuta ibâdet etti" cümlesi "ona
itaat etti" demektir.
"Ancak sana ibâdet ederiz" yani
belli bir düzen içinde yalnız sana itaat gösteririz.
"Rabbimize ibâdet ediniz" sözü,
"Rabbınıza itaat ediniz" demektir.
"O ikisinin kavmi, bize ibâdet
edicilerdir" yâni bize itaat edicilerdir demektir. Bu anlamda herhangi bir
Melîk"e boyun eğen kimse, gerçekte ona itaat etmiş olur. İbnu'l-Enbari şöyle diyor:
Filanca ibâdet edicidir"yâni o Rabbına boyun eğmiş
ve Rabb'inin emrine teslimiyet ve bağlılık göstermiş demektir.
3)
Kelimeleri "Ona kulluk
etti; onu ilâh tanıdı" mânâlarına gelir.
kelimesi ise,"ruh ve şekline bağlı kalmak
suretiyle kendini ibâdete verdi" demektir.
Kelimesi "kendisine tapılırcasına saygı
ve tazim gösterilen" demektir. Şair şöyle diyor:
; "Cimrilerin yanında malı, kendisine
ibadet edilircesine, yüceltilir görüyorum."
4)
"Ona yapıştı ve ondan ayrılmadı"
demektir.
5)
Yani
"senin bana gelmene engel olan neydi?"
Bu sözlük anlamlarından anlaşıyor ki
kelimesinin ifade etmek istediği esas mânâ
kişinin, yüksek güç ve iktidar sahibi birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi,
sonra kendi hürriyet ve bağımsızlığından vazgeçmesi, onun karşısında her türlü
mukavemet ve isyanı terk etmesi ve tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir. İşte
kulluk ve itaat etmenin gerçek mânâsı budur. Bundan dolayı bir Arabın,
ve
kelimelerini duyduğu ilk anda zihninde kulluk
ve ubûdiyet düşünceleri canlanıyordu. Kulun hakiki vazifesi, efendisine
itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak olduğuna göre, hemen ardından
itaat düşüncesi zihnine giriverir. Ayrıca bir kölenin, zilletini kabullenip
itaat ederek kendisini efendisine teslim etmesi yetmez. Bunun yanında gönlü,
verilen nimetlere karşı şükür ve minnet duygularıyla dolu olarak efendisinin
büyüklüğüne inanması ve yüce makamını itiraf etmesi de gerekir. Aldığı
nimetlere karşılık şükrünü ifade etmesinde ve hizmet görevini yerine getirmesi
sırasında, durmadan efendisini yüceltir; büyütür ve kalbinden huşu ile geçirir.
İşte bütün bunların adı ibâdettir; ilâh edinmektir. Bu düşünce, kulun
efendisinin önüne sadece başını eğmesi ile değil, bilakis başı ile beraber
kalbim de O'na tabi kılması halinde gerçek kulluğun anlamı ifade edilmiş olur.
Geride kalan iki anlama gelince, onlar kulluk için ikinci derecede
düşüncelerdir; esas değil.
KUR'AN'DA İBADET KELİMESİNİN KULLANILIŞI
Bu
sözlük araştırmalarından sonra, Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz zaman
kelimesinin ekseriyetle ilk üç mânâda
kullanıldığım görürüz. Bazı yerlerde,
kelimesi ile birinci ve ikinci mânâ
anlatılmak istenmiştir. Kimi yerlerde de bu üç mânâ bir anda kullanılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de
kelimesinin, birinci ve ikinci manalarda
kullanıldığı yerler:
"Daha sonra Musa'yı ve kardeşi Harun'u bunca mucizelerimizle
ve apaçık hüccetlerimizle Firavun'a ve O'nun ileri gelenlerine gönderdik de
(iman etmeyi bir türlü) kibirlerine yediremediler. Onlar mütekebbir ve müstebit
adamlardır" (Müminûn, 45,46).
"Onun için dediler ki: Kavimleri bize kulluk edip dururken,
bizim gibi iki beşere iman mı edecekmişiz?" (Müminûn, 47)(İmam-ı Taberi Tefsiri'nde XVIII, 19'da
âyeti hakkında şunları yazıyor: "İtaat
ediyorlar onlara karşı zillet gösteriyorlar, onların emirlerini harfiyen yerine
getiriyorlar ve onlara boyun eğiyorlar. Araplar arasında melike itaat eden herkes
için, 'melikin kulu' sözü kullanılır)
"Bana karşı minnet ettiğin (başıma kaktığın) o nimet, İsrail
oğullarını kendine kul (köle) edindiğin içindir.(Şuarâ, 22).(Taberi Tefsiri'nde XIX, 33'de
âyeti bakında şöyle diyor: "Onları
kendine ibâdet' ettirdin; yani onları köle edindin" Mücahid ise bu hususta şöyle
diyor: "Onlara üstün geldin ve istediğini yaptırdın." İbn Cureyd de şöyle diyor:
"İsrail oğullarını yendin; galip geldin ve onlara dilediğini
yaptırdın")
Bu
iki ayette,
kelimesinden kastedilen mânâ kulluk ve
itaattir. Firavun'un ifadesi şöyledir: "Musa ve Harun'un kavmi bize
ibâdet edicilerdir;" yani onlar bizim kölelerimizdir ve emirlerimize
itaat edicilerdir. Musa'nın söyledikleri de şöyledir: "Sen İsrail
oğullarım köle edindin ve onları gönlünün istediği şeklide çalıştırdın."
KULLUK , İTAAT ve İLAH EDİNMEK ANLAMINDA
İBADET
Takdim ettiğimiz misallerin hepsinde,.kesin olarak
anlaşılmıştır ki, Kur'an-ı Kerim'de
kelimesi bazı yerlerde kulluk ve itaat, bazı
yerlerde sadece itaat, üçüncü yerde de yalnız "ilâh" mânâsında
kullanılmıştır. Şimdi de ibâdet kelimesinin, her üç mânâyı içine almış olarak
geçtiği misalleri sıralamadan evvel, öncelikle zikredilmesi gereken bazı
hususlara göz atalım.
Az önce birbiri arkasında sıraladığınız misallerin hemen
hepsi, Allah'tan başkasına yapılan ibâdeti kapsamaktaydı. İbâdet kelimesinin
itaat ve kulluk mânâları ile zikredildiği âyetlere gelince: Bu âyetlerde
mabuddan maksat ya şeytandır; yahut Allah'a itaat ve ibâdette alternatif olarak
kendilerine itaat ve ibâdeti teşvik eden ve kendilerini Tâğut kılan azgın kişilerdir,
yahut da Allah'ın Kitabını hiçe sayarak insanları, uygun gördükleri hayat
düzeni ve yaşayış tarzına sürükleyen lider ve önderlerdir. İbâdet kelimesinin
"ilâh" mânâsında kullanıldığı âyetlere gelince: Bu âyetlerde mabuddan
maksat, yol gösterme ve öğretilerine rağmen insanların kendilerine ilâh telakki
ettikleri sâlih kişiler, peygamberler ve velilerden, yahut yanlış anlayışları
dolayısıyla tabiat kanunu üzerindeki koruyucu Rab'likte ortak edindikleri cin
veya meleklerden ibarettir. Veya bunlar, mücerret şeytanın teşviki ile
namazlarına kıble ve ibâdetlerine yön teşkil eden heykel ve hayalî kuvvetlerden
oluşmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim, bütün bu mabudları batıl sayıyor. İnsanların
onlara tapmasını, onlara itaat etmelerini, onların ilâh telakki edilmesini de
büyük bir hata sayıyor. Bu ibâdetin, onlara tapınılması, itaat olunması, yahut
onları ilâh kabul etmek şeklinde olması aynı şeydir. Kur'an ayıca şunu da
vurguluyor: Sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi Allah'ın kulları ve
köleleri olup, ibâdet olunmaya müstahak değildir ve siz de onlara ibâdet
etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde etmiyorsunuz.
Hakikatte onların da, yer ve göklerin de gerçek mâliki, bir olan Allah'tır.
Bütün işler, bütün otorite ve salâhiyetler O'nundur. İşte bundan dolayı da,
ibâdet edilmeye lâyık yalnız O'dur.
"(Ey kafirler!) Allah'ı bırakıp dua (ve
ibâdet) ettikleriniz sizin gibi kullardır. Eğer dâvanızda doğru iseniz, haydi
onlara dua edin de, isteklerinizi yerine getirsinler" (Araf, 194). (Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, burada icabetten maksat,açıktan açığa cevap vermek değil,
bilâkis isteği amelî olarak yerine getirmektir.)
"Sizin Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız ise,
imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi, kendilerine de yardımları
dokunmaz." (Araf, 197)
"O çok esirgeyici Allah bir evlat
edindi" dediler. O'nun şanı bundan yücedir; münezzehtir. Hayır! Evlat
dedikleri, ikrama mazhar edilmiş kullardır" (Enbiyâ, 26)
"Bunlar, sözleriyle asla O'nun önüne geçemezler. (Bilakis) bunlar,
O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiyâ, 27)
"Önlerindekini de arkalarındakini de O
bilir. Bunlar O'nun rızasına ermiş olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar,
O'nun korkusundan titreyenlerdir." (Enbiyâ, 28)(Burada
'dan
maksat meleklerdir.)
"Onlar, O çok esirgeyici Allah'ın bizzat
kulları olan melekleri de dişiler yaptılar. (Melekler Allah'ın kızlarıdır,
dediler)." (Zuhruf, 19).
"Bir de, O'nunla cinler arasında bir
hısımlık uydurdular. And olsun ki bizzat cinler dahî, mutlaka (hesap gününde)
yargılanacaklarını pek iyi bilmiş(ler)dir" (Saffât, 158)
"Ne Mesih, ne de en yakın melekler Allah'ın
kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na ibâdetten çekinir ve kibirlenmek isterse,
bilsin ki Allah onların hepisini huzurunda
toplayacaktır" (Nîsâ, 172).
"Güneş de, ay da hesaplıdır. Nebat da, ağaç
da O'na secde ederler" (Rahman, 5, 6).
"Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan
melekler, cinler, insanlar O'nu teşbih ve tenzih eder(ler). Hiç bir şey müstesna
olmamak üzere hepsi O'na hamd ile teşbih eder. Fakat siz, onların teşbihini iyi
anlayamazsınız. O hakikaten halimdir; gerçekten affedicidir" (İsrâ, 44)
"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur.
Hepsi de O'na boyun eğicilerdir" (Rûm, 26).
"Yürür hiçbir mahluk hariç olmamak üzere,
hepsinin alnından tutan O'dur..." (Hûd, 56).
"Göklerde ve yerde olan hiçbir şey yoktur
ki, çok esirgeyici Allah'a kul olarak gelmiş olmasın." (Meryem, 93).
"And olsun ki O, bunları cemiyet olarak da saymış,
fertler olarak da saymıştır"(Meryem, 94).
"Her biri kıyamet günü O'na tek başına
gelecektir" (Meryem, 95).
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü
kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen
onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltır-sın. Hayır yalnız Senin
elindedir. Şüphesiz ki Sen, her şeye hakkıyla kadirsin" (Âl-i İmrân, 26).
Böylece Kur'an-ı Kerim, insanların o ibâdet ettikleri
şeylerin tümünün Allah'ın kulu ve onun karşısında âciz olduklarını açıkladıktan
sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız
Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya,
kişinin O'ndan başkasını ilâh kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidi olursa
olsun, bir hardal tanesi kadar bile olsa O'ndan başkasına yapılmamasına
çağırıyor.
"And olsun ki biz her ümmete, Allah'a
ibâdet edin, ve tâğuttan kaçının diye tebligat
yapması için, bir peygamber göndermişizdir..." (Nahl, 36).
"Tâğût'tan, (ona) ibâdet etmekten
kaçınıp da Allah'a yönelenlere gelince, Onlar için de müjde vardır. O halde
kullarımı müjdele" (Zümer, 17).
"Ey Adem oğulları! "Tâğût'a ibâdet etmeyin. Çünkü
o, sizi Rabbinizden ayıran bir düşmandır. Bana ibâdet edin. İşte dosdoğru yol
budur" diye size emretmedim mi?" (Yasin, 60, 61)
"Halbuki bunlar da,ancak bir olan Allah'a
ibâdet etmelerinden başkasıyla emrolumamışlardır." (Tevbe, 31)
"Ey iman edenler! Size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yeyin; Allah'a şükredin, eğer
hakikaten O'na ibâdet ediyorsanız" (Bakara, 172).
Allah-u Teâlâ, bu âyetlerde boyun eğme, itaat, kulluk ve
kölelikten ibaret olan ibâdetin yalnız kendisine has kılınmasını emrediyor.
Zaten âyetlerde buna dâir açık işaretler vardır. Çünkü Allah-u Teâlâ bu
âyetlerde atalara, rahiplere, bilginlere, şeytanlara ve Tâğût'lara itaat etmekten
sakınmayı ve bir olan Allah'a kulluk için gerekeni yapmayı emrediyor.
"De ki: Bana Rabbimden (aklî delilleri
takviye eden) apaçık (ilâhî) deliller gelince, o sizin Allah'ı bırakıp dua
ettiklerinize (taptıklarınıza) ibâdet etmekliğimden kat'i olarak men edildim.
Alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." (Mü'min, 66).
"Rabbiniz şöyle buyurdu: "Bana dua
edin; size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar
hor ve hakir cehenneme gireceklerdir" (Mü'min, 60)
"...işte bunları yapan Allah'tır; sizin
Rabbinizdir. Mülk yalnız O'nundur. O'nu bırakıp dua ettikleriniz ise, bir hurma
çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar" (Fâtır, 13).
"Eğer onlara dua ederseniz duanızı
işitmezler; (şayet) işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde de
onlar sizin müşrikliğinizi tanımayacaklardır..." (Fâtır, 14).
"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir
zarar, ne de bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki
her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).
Allah-u Teâlâ bu âyetlerde "ilâh edinme" mânâsını
içeren ibâdetin kendisine ait olması gerektiğini belirtti. Buna dâir açık
işaret, âyetteki "ibâdet" kelimesinin dua mânâsında
kullanılmış olmasıdır. Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan âyetlerde,
Allah-u Teâlâ'ya tabiat üstü koruyucu Rabliği konusunda ortak koştukları
ilâhlardan söz edilmiş bulunuyor.
Şimdi akl-ı selim sahipleri kolayca anlarlar ki, Kur'an-ı
Kerim'de Allah'a ibadetin zikredildiği her âyette, ibâdet kelimesinin çeşitli
mânâlarından sadece birine hasredilmesini gerektirecek herhangi bir ifade
bulunmuyorsa, o zaman bu gibi âyetlerde ibâdet kelimesinden kastedilen kulluk,
itaat ve ilâh edinme mânâlarının her üçüdür. Meselâ şu âyetlere bakalım:
"Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allah'ını!
Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana ibâdet et..." (Tâ-hâ, 14).
"İşte Rabbiniz olan Allah! O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Her şeyi yaratandır. O halde O'na ibâdet edin. O, her şeyin
üstünde güvenip dayanılacak mutlak bir vekildir" (En'âm, 102).
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden
bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da, sizin ibâdet
etmekte olduklarınıza ibâdet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a
ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir" (Yûnus, 104).
"Sizin O'nu bırakıp ibâdet ettikleriniz,
kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir.
Allah bunlara (ilâh olduklarına) dâir hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm
Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emr
eylemiştir. Dosdoğru din işte budur..." (Yûsuf, 40).
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş,
O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et; O'na güvenip dayan..." (Hûd,
123). "...önümüzde, ardımızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nundur.
Senin Rabbin unutkan değildir."
"O göklerin, yerin ve onların arasında
bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen, O'na ibâdet et ve ibâdetinde de iyice
sebat et..." (Meryem, 64, 65).
"...Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit
ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi (ve hiç bir
şeyi) ortak tutmasın" (Kehf, 110).
Öyleyse ibâdet kelimesinin, bu ve buna benzer ayetlerde
yalnız ilâhlık veya sadece itaat ve kulluk mânâlarıyla sınırlandığına dair
herhangi bir işaret yoktur. Bilâkis Kur'an-ı Kerim buna benzer âyetlerde
davetini en mükemmel şekilde ortaya koymaktadır. Şurası açıktır ki, Kur'an-ı
Kerim kölelik, itaat ve tapınmanın tümüyle ve bir arada olmak üzere yalnız ve
içtenlikle Allah'a ait olmasına davet etmektedir.
Buna göre, ibâdet kelimesinin sadece bir mânâda
dondurulması, doğrusunu söylemek gerekirse Kur'an çağrısının çok dar mânâlara sıkıştırılması
demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, Kur'an davetini böylesine dar kalıplar
içerisinde düşünerek Allah'ın Dini'ne inanan kimsenin, Kur'an'ın öğretilerine
ancak sınırlı bir şekilde uyabilecek olmasıdır.
İTAAT ANLAMINDA İBADET
Bu âyetlerden sonra,
ibâdet kelimesinin ikinci anlamını ifade eden
ayetleri görelim. Allah’u Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey Adem oğulları! Şeytana ibâdet etmeyin
diye size emir vermedim mi? Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır" (Yâsîn, 60).
Açıkça görülen şudur: Hiç bir kimse bu dünyada şeytanı ilâh
tanımaz; bilakis bütün gücü ile ona lanet eder ve kendisinden uzaklaştırmaya
gayret eder. Bunun için, Allah’u Teâlâ'nın kıyamet gününde Âdemoğullarına
yükleyeceği suç, dünya hayatında şeytana tapmaları değil, onun emrine itaat
etmeleri, hükmüne tabi olmaları ve gösterdiği yollara süratle koşmaları
olacaktır.
"Meleklere, O zulmedenleri, onlara eş
olanları, Allah'ı bırakıp ibâdet ettikleri şeyleri hep bir araya toplayın da
cehennem yoluna götürün (dediler)" (Saffât, 22, 23). "Onlardan
kimi, kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar" (Saffât, 27). "Hakikat
siz, derler; bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz"
"(Tabi oldukları da) "hayır, siz
(esasen) iman ediciler değildiniz" derler" "Ve bizim size karşı
bir hakimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz de (bizim gibi) azgınlar güruhu
idiniz" (Saffât,27-30). Kur'an-ı Kerim'in hikâye ettiği ibâdet
edenlerle, ibâdet edilenler arasındaki bu karşılıklı konuşmaya iyice dikkat
edildiği takdirde, açıkça şu görülecektir: Burada mabutlardan maksat, kavmin
taptığı ilâhlar ve putlar değildir. Bilakis onlardan maksat, halka görünüşte
iyilik yapıyoruz izlenimini verirken sapıklığa sürükleyen, temiz Hıristiyan aziz görünüşü altında
insanların huzuruna çıkarak, şerri ve fesadı, ıslah adı altında yayan liderler
ve kılavuzlardır. Onları, cüppe ve teşbihleri ile aldatıp, kendilerine tâbi
kıldılar. Onların, hilekarları körü körüne taklit etmelerini onların emir
ye hükümlerine uymalarını, yüce Allah bu ayette
ibâdet
kelimesi ile dile getirmektedir.
"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini,
Meryem'in oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir ilâh
(olan Allah)a ibâdet etmelerinden başkası ile emrolunmamışlardır." (Tevbe, 31).
Bu âyette geçen Allah'ı bırakıp haham ve rahiplerini ilâh edinmelerinden
maksat, onların emir vermek, yasak koymak yetkisine sahip olduklarına iman edip
Allah'tan ve Resul’ünden gelmiş bir delile dayanmaksızın onların
kendiliklerinden koydukları hükümlere itaatlerdir.
Bu mânâyı Rasullalah (s.a) sahih hadislerinde bizzat
açıklamıştır. Rasulullah (s.a)'a: "Biz alimlerimize ve büyüklerimize
ibâdet etmedik" dedikleri zaman, Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştu: "Onların
helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram saymıyor muydunuz?"
İLAH EDİNMEK ANLAMINDA İBADET
Şimdi de üçüncü anlamıyla, içinde "ibâdet"
kelimesi geçen ayetlere bir göz atalım. Bu arada, ilâh edinmek anlamındaki
"ibâdet'in, Kur'an'ın ifade buyurduğu gibi iki anlamı kapsadığını hatırda
tutmalıyız.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk
amacıyla secde, rükû, kıyam ve tavaf etmesi, kapı eşiğini öpmesi, adak ve
kurban kesme vb. davranışlardan birini göstermesidir. Bu şekilde kendisine
tapınılan kimsenin, başlı başına bir ilâh olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu
ibâdetler, onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış olsun, yahut
yüce ilâha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı
bulunduğuna iman edilmiş olsun, bunun hiçbir önemi yoktur.
İkincisi: Kişinin bir kimseyi, bu alemde var olan nizam
üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi,
zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması, korkuları esnasında malların
ve canların yok oluşunda ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de, ilâh edinip kulluk
etmek mânâsına dahildir.Bunun delili, aşağıdaki Kur'an-ı Kerim ayetleridir.
"De ki: Bana Rabb'imden (akli delilleri
takviye eden) apaçık ilâhi deliller gelince, o sizin Allah'ı bırakıp dua
ettiğinizde, ibâdet etmekliğimden kesin olarak men
edildim.."(Mümin, 66).
"Allah'ı bıkakıp da, kendisine kıyamete
kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık da kimdir?
Halbuki bunlar, onların duasından habersizdirler" (Ahkâf, 5).
"İnsanlar mahşerde bir araya toplandıkları
zaman bunlar, onların düşmanları ve onların ibâdetini inkâr ediciler
olurlar" (Ahkâf, 6).(Yani şöyle derler: "Onlara bize tapmalarını
emretmedik ve bize taptıklarını da bilmezdik.)"
Üç âyetin her birinde Kur'an-ı Kerim bizzat açıklamıştır ki,
burada ibâdetten maksat dua ve medet ummaktır.
"...Bilakis onlar, cinlere ibâdet
ediyorlardı ve çoğu onlara iman edicilerdi..." (Sebe, 41).
Bu ayette cinlere ibâdet ve onlara imandan kastedilen
mânânın ne olduğunu aşağıda gelen Cin Suresi'ndeki âyetler açıklamaktadır:
"Gerçekte şu da var: İnsanlardan bazı
kimseler cinlerden bazı kişilere sığınırlar" (Cin 6).
Yukarıdaki âyette açıklanmıştır ki, cinlere ibâdetten
maksat, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından yine onlara
sığınmaktır; keza cinlere imandan maksat da, muhafaza ve sığınma hususunda
onların kudretine inanmaktır.
"Rabb'in onları da, Allah'tan gayri ibâdet
ettiklerini de mahşerde bir araya toplayıp da: Siz mi şu kullarımı saptırdınız;
yoksa kendileri mi yollarını sapıttılar"? diyeceği gün" (Furkân, 17)
"Görürsün ki onlar şöyle demişlerdir: Seni
tenzih ederiz. Seni bırakıp da veliler edinmek bize yakışmaz..."(Furkân, 18).(Taberi Tefsiri'nde VIII,
141'de şöyle diyor: Zikri yüce Allah buyuruyor ki: "Kıyamet gününü inkâr
edip putlara tapan yalancıları ve Allah'tan gayri cinlerden, insanlardan ve
meleklerden olan şeylere tapanları toplayacağımız o günde...")
Bu âyetin ifadesinden, mabutlardan maksadın salihler,
peygamberler ve veliler olduğu açıkça anlaşılıyor. Onların ibâdetlerinden
maksat da onların kul olmaktan üstün ve yüce bir mevkide olduklarına inanmak,
ilâhlık sıfatı ile nitelenebileceklerine, kötülüğe son verip, gaybî yardım gibi şeylere güçleri yeteceklerine
kanaat getirmek, sonra da onların huzurunda onları ilâhlaştırmaya varacak
şekilde tazim ve takdis etmektir.
"...Allah onların hepsini mahşerde
toplayacak, sonra meleklere: Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı? diyecek
(Melekler de): Seni (ortaklıktan) tenzih ederiz. Bizim velimiz onlar değil,
Sensin..." (Sebe, 40, 41). Bu âyetlerde, meleklerin ibâdetinden kastedilen
mânâ(Diğer
müşrik toplumlar, o melekleri ilâhlar (Gods) olarak kabul etmişlerdi). cahiliye halkının yaptığı gibi,
onların hayal ürünü resimlerine ve heykellerine karşı gösterilen kulluk ve ubûdiyettir. Bundan maksatları ise,
bu dünya hayatına bağlı işlerinde onların yakınlıklarını ve yardımlarını kazanmak
suretiyle onları hoşnut etmektir.
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir
zarar, ne bir fayda vermeyecek olan şeylere ibâdet ederler. Bir de:
"Bunlar (putlar) Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir"
derler." (Yûnus, 18).
"...kendilerine O'ndan başka bir takım
veliler edinenler (derler ki): Biz bunlara, ancak bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 3)
Bu ayette de ibâdetten maksat, ilâh edinmektir. Yine burada
onların ibâdetlerindeki gayenin ne olduğu da açıklanmıştır
KULLUK , İTAAT ve İLAH EDİNMEK ANLAMINDA
İBADET
Takdim ettiğimiz misallerin hepsinde,.kesin olarak
anlaşılmıştır ki, Kur'an-ı Kerim'de
kelimesi bazı yerlerde kulluk ve itaat, bazı
yerlerde sadece itaat, üçüncü yerde de yalnız "ilâh" mânâsında
kullanılmıştır. Şimdi de ibâdet kelimesinin, her üç mânâyı içine almış olarak
geçtiği misalleri sıralamadan evvel, öncelikle zikredilmesi gereken bazı
hususlara göz atalım.
Az önce birbiri arkasında sıraladığınız misallerin hemen
hepsi, Allah'tan başkasına yapılan ibâdeti kapsamaktaydı. İbâdet kelimesinin
itaat ve kulluk mânâları ile zikredildiği âyetlere gelince: Bu âyetlerde
mabuddan maksat ya şeytandır; yahut Allah'a itaat ve ibâdette alternatif olarak
kendilerine itaat ve ibâdeti teşvik eden ve kendilerini Tâğut kılan azgın kişilerdir,
yahut da Allah'ın Kitabını hiçe sayarak insanları, uygun gördükleri hayat
düzeni ve yaşayış tarzına sürükleyen lider ve önderlerdir. İbâdet kelimesinin
"ilâh" mânâsında kullanıldığı âyetlere gelince: Bu âyetlerde mabuddan
maksat, yol gösterme ve öğretilerine rağmen insanların kendilerine ilâh telakki
ettikleri sâlih kişiler, peygamberler ve velilerden, yahut yanlış anlayışları
dolayısıyla tabiat kanunu üzerindeki koruyucu Rab'likte ortak edindikleri cin
veya meleklerden ibarettir. Veya bunlar, mücerret şeytanın teşviki ile
namazlarına kıble ve ibâdetlerine yön teşkil eden heykel ve hayalî kuvvetlerden
oluşmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim, bütün bu mabudları batıl sayıyor. İnsanların
onlara tapmasını, onlara itaat etmelerini, onların ilâh telakki edilmesini de
büyük bir hata sayıyor. Bu ibâdetin, onlara tapınılması, itaat olunması, yahut
onları ilâh kabul etmek şeklinde olması aynı şeydir. Kur'an ayıca şunu da
vurguluyor: Sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi Allah'ın kulları ve
köleleri olup, ibâdet olunmaya müstahak değildir ve siz de onlara ibâdet
etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde etmiyorsunuz.
Hakikatte onların da, yer ve göklerin de gerçek mâliki, bir olan Allah'tır.
Bütün işler, bütün otorite ve salâhiyetler O'nundur. İşte bundan dolayı da,
ibâdet edilmeye lâyık yalnız O'dur.
"(Ey kafirler!) Allah'ı bırakıp dua (ve
ibâdet) ettikleriniz sizin gibi kullardır. Eğer dâvanızda doğru iseniz, haydi
onlara dua edin de, isteklerinizi yerine getirsinler" (Araf, 194). (Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, burada icabetten maksat,açıktan açığa cevap vermek değil,
bilâkis isteği amelî olarak yerine getirmektir.)
"Sizin Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız ise,
imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi, kendilerine de yardımları
dokunmaz." (Araf, 197)
"O çok esirgeyici Allah bir evlat
edindi" dediler. O'nun şanı bundan yücedir; münezzehtir. Hayır! Evlat
dedikleri, ikrama mazhar edilmiş kullardır" (Enbiyâ, 26)
"Bunlar, sözleriyle asla O'nun önüne geçemezler. (Bilakis) bunlar,
O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiyâ, 27)
"Önlerindekini de arkalarındakini de O
bilir. Bunlar O'nun rızasına ermiş olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar,
O'nun korkusundan titreyenlerdir." (Enbiyâ, 28)(Burada
'dan
maksat meleklerdir.)
"Onlar, O çok esirgeyici Allah'ın bizzat
kulları olan melekleri de dişiler yaptılar. (Melekler Allah'ın kızlarıdır,
dediler)." (Zuhruf, 19).
"Bir de, O'nunla cinler arasında bir
hısımlık uydurdular. And olsun ki bizzat cinler dahî, mutlaka (hesap gününde)
yargılanacaklarını pek iyi bilmiş(ler)dir" (Saffât, 158)
"Ne Mesih, ne de en yakın melekler Allah'ın
kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na ibâdetten çekinir ve kibirlenmek isterse,
bilsin ki Allah onların hepisini huzurunda
toplayacaktır" (Nîsâ, 172).
"Güneş de, ay da hesaplıdır. Nebat da, ağaç
da O'na secde ederler" (Rahman, 5, 6).
"Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan
melekler, cinler, insanlar O'nu teşbih ve tenzih eder(ler). Hiç bir şey müstesna
olmamak üzere hepsi O'na hamd ile teşbih eder. Fakat siz, onların teşbihini iyi
anlayamazsınız. O hakikaten halimdir; gerçekten affedicidir" (İsrâ, 44)
"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur.
Hepsi de O'na boyun eğicilerdir" (Rûm, 26).
"Yürür hiçbir mahluk hariç olmamak üzere,
hepsinin alnından tutan O'dur..." (Hûd, 56).
"Göklerde ve yerde olan hiçbir şey yoktur
ki, çok esirgeyici Allah'a kul olarak gelmiş olmasın." (Meryem, 93).
"And olsun ki O, bunları cemiyet olarak da saymış,
fertler olarak da saymıştır"(Meryem, 94).
"Her biri kıyamet günü O'na tek başına
gelecektir" (Meryem, 95).
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü
kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen
onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltır-sın. Hayır yalnız Senin
elindedir. Şüphesiz ki Sen, her şeye hakkıyla kadirsin" (Âl-i İmrân, 26).
Böylece Kur'an-ı Kerim, insanların o ibâdet ettikleri
şeylerin tümünün Allah'ın kulu ve onun karşısında âciz olduklarını açıkladıktan
sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız
Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya,
kişinin O'ndan başkasını ilâh kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidi olursa
olsun, bir hardal tanesi kadar bile olsa O'ndan başkasına yapılmamasına
çağırıyor.
"And olsun ki biz her ümmete, Allah'a
ibâdet edin, ve tâğuttan kaçının diye tebligat
yapması için, bir peygamber göndermişizdir..." (Nahl, 36).
"Tâğût'tan, (ona) ibâdet etmekten
kaçınıp da Allah'a yönelenlere gelince, Onlar için de müjde vardır. O halde
kullarımı müjdele" (Zümer, 17).
"Ey Adem oğulları! "Tâğût'a ibâdet etmeyin. Çünkü
o, sizi Rabbinizden ayıran bir düşmandır. Bana ibâdet edin. İşte dosdoğru yol
budur" diye size emretmedim mi?" (Yasin, 60, 61)
"Halbuki bunlar da,ancak bir olan Allah'a
ibâdet etmelerinden başkasıyla emrolumamışlardır." (Tevbe, 31)
"Ey iman edenler! Size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yeyin; Allah'a şükredin, eğer
hakikaten O'na ibâdet ediyorsanız" (Bakara, 172).
Allah-u Teâlâ, bu âyetlerde boyun eğme, itaat, kulluk ve
kölelikten ibaret olan ibâdetin yalnız kendisine has kılınmasını emrediyor.
Zaten âyetlerde buna dâir açık işaretler vardır. Çünkü Allah-u Teâlâ bu
âyetlerde atalara, rahiplere, bilginlere, şeytanlara ve Tâğût'lara itaat etmekten
sakınmayı ve bir olan Allah'a kulluk için gerekeni yapmayı emrediyor.
"De ki: Bana Rabbimden (aklî delilleri
takviye eden) apaçık (ilâhî) deliller gelince, o sizin Allah'ı bırakıp dua
ettiklerinize (taptıklarınıza) ibâdet etmekliğimden kat'i olarak men edildim.
Alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." (Mü'min, 66).
"Rabbiniz şöyle buyurdu: "Bana dua
edin; size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar
hor ve hakir cehenneme gireceklerdir" (Mü'min, 60)
"...işte bunları yapan Allah'tır; sizin
Rabbinizdir. Mülk yalnız O'nundur. O'nu bırakıp dua ettikleriniz ise, bir hurma
çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar" (Fâtır, 13).
"Eğer onlara dua ederseniz duanızı
işitmezler; (şayet) işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde de
onlar sizin müşrikliğinizi tanımayacaklardır..." (Fâtır, 14).
"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir
zarar, ne de bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki
her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).
Allah-u Teâlâ bu âyetlerde "ilâh edinme" mânâsını
içeren ibâdetin kendisine ait olması gerektiğini belirtti. Buna dâir açık
işaret, âyetteki "ibâdet" kelimesinin dua mânâsında
kullanılmış olmasıdır. Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan âyetlerde,
Allah-u Teâlâ'ya tabiat üstü koruyucu Rabliği konusunda ortak koştukları
ilâhlardan söz edilmiş bulunuyor.
Şimdi akl-ı selim sahipleri kolayca anlarlar ki, Kur'an-ı
Kerim'de Allah'a ibadetin zikredildiği her âyette, ibâdet kelimesinin çeşitli
mânâlarından sadece birine hasredilmesini gerektirecek herhangi bir ifade
bulunmuyorsa, o zaman bu gibi âyetlerde ibâdet kelimesinden kastedilen kulluk,
itaat ve ilâh edinme mânâlarının her üçüdür. Meselâ şu âyetlere bakalım:
"Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allah'ını!
Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana ibâdet et..." (Tâ-hâ, 14).
"İşte Rabbiniz olan Allah! O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Her şeyi yaratandır. O halde O'na ibâdet edin. O, her şeyin
üstünde güvenip dayanılacak mutlak bir vekildir" (En'âm, 102).
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden
bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da, sizin ibâdet
etmekte olduklarınıza ibâdet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a
ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir" (Yûnus, 104).
"Sizin O'nu bırakıp ibâdet ettikleriniz,
kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir.
Allah bunlara (ilâh olduklarına) dâir hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm
Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emr
eylemiştir. Dosdoğru din işte budur..." (Yûsuf, 40).
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş,
O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et; O'na güvenip dayan..." (Hûd,
123). "...önümüzde, ardımızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nundur.
Senin Rabbin unutkan değildir."
"O göklerin, yerin ve onların arasında
bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen, O'na ibâdet et ve ibâdetinde de iyice
sebat et..." (Meryem, 64, 65).
"...Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit
ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi (ve hiç bir
şeyi) ortak tutmasın" (Kehf, 110).
Öyleyse ibâdet kelimesinin, bu ve buna benzer ayetlerde
yalnız ilâhlık veya sadece itaat ve kulluk mânâlarıyla sınırlandığına dair
herhangi bir işaret yoktur. Bilâkis Kur'an-ı Kerim buna benzer âyetlerde
davetini en mükemmel şekilde ortaya koymaktadır. Şurası açıktır ki, Kur'an-ı
Kerim kölelik, itaat ve tapınmanın tümüyle ve bir arada olmak üzere yalnız ve
içtenlikle Allah'a ait olmasına davet etmektedir.
Buna göre, ibâdet kelimesinin sadece bir mânâda
dondurulması, doğrusunu söylemek gerekirse Kur'an çağrısının çok dar mânâlara
sıkıştırılması demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, Kur'an davetini böylesine
dar kalıplar içerisinde düşünerek Allah'ın Dini'ne inanan kimsenin, Kur'an'ın
öğretilerine ancak sınırlı bir şekilde uyabilecek olmasıdır.
DİN KELİMESİNİN DİL YÖNÜNDEN ARAŞTIRILMASI
Din kelimesi Arapça'da(İbn Fâris, Mekâyisü'l-Lüğa, II, 319. Din maddesinde
"Dal, ye ve nün" teferruatının (diğer müştaklarının) ona râci olduğu
bir köktür ve her türlü itaat, boyun eğme mânâsı taşır.)çeşitli mânâlarda
kullanılır: (Bk.
Lisânü'l-Arab, XVII, 24-30)
1) Üstünlük, egemenlik, itaat, emir, itaate
zorlamak; köle ve kişiyi itaatkâr olacak şekilde zorlayıcı bir kuvvet
kullanarak, köleleştirip itaat ettirmek.Aşağıdaki cümlelerde aynı kökten gelen
kelimelerin Arap dilindeki çeşitli mânâları gösterilmiştir:
a)
insanları itaate zorladı.
b)
Onları
zorladım; onlar da itaat ettiler.
c)
Kavmi
zelil kıldım; köleleştirdim.
d)
Adam
değer kazandı.
e)
Sevmediği bir şeye onu zorladım.
f)
istenmeyen bir şeye zorlandı.
g)
İdare
edip yönettim.
h)
Onu
kavmin idaresiyle görevlendirdim. Nitekim Hutay'e şu beytinde annesine:
(Lisânü'l-Arab, XVII, 28; Esâsü'l-Belâğa, l, 291; Dîvânü'l-Hutay'e s.61
şeklindedir. Görüldüğü gibi bu ikinci
rivayette
kelimesi yerine,
kelimesi kullanılmıştır. Üstad Mevdûdî,
böylelikle "Din" kelimesinin bu anlamının "işleri idare
etmek" anlamım ifade eden "siyaset" kelimesi ile anlatılmak
isteneni verdiğine dikkat çekmek istemiştir. (Çev.)
"Çocuklarını un gibi öğütünceye kadar, onların
idaresini başkalarına verdin" diye seslenmektedir. Rasulullah (s. a) şöyle
buyurur:
"Akıllı o kimsedir ki nefsine hakim olup
onu zelil kılar ve ölümden sonrası için çalışır." (III) Bundan dolayı bir
bölgeye, kavme ve bir kabileye galip ve üstün gelen ve egemen olan kimse
hakkında "deyyanün" sözü kullanılır. Nitekim A'şe'l-Hırmâzî Peygamberimiz (s.a)'e
hitapla şöyle diyor:
"Ey insanların efendisi ve Arabın yöneticisi!" (IV)
Bu itibarla kul ve köle için
câriye için
kelimeleri kullanılır,
'nin mânâsı ise, cariyenin
oğlu demektir. Nitekim Ahtal şöyle diyor:
(Divânü 'l-Ahtal,s.5 Lisânü'l-Arab,X.VII, 88-189; XIII,
313, Makâyisü'l-Luğâ, I, 334; 11, 319.)
"Onun himayesinde, bir câriye çocuğu
büyüdü." Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"İşte madem ki tekrar dirilecek ve ceza
görmeyecekmişsiniz, o halde (bitip tükenen hayatı) geri döndürün. Eğer
iddianızda sadıklarsanız" (Vakıa, 86-87).
2) Birine itaat etmek ve
kölelik yapmak, onun hizmetine, uşağı olmak, emrine amade olmak,onun hakimiyet
ve otoritesi altında zilleti ve boyun eğmeyi kabullenmek. Nitekim
Arapların
"Onlara
üstün geldim, onlar da bana itaat ettiler" ve
"Adama hizmet ettim "sözlerinde
olduğu gibi.Hadis-i Şerifte açıklandığı üzere Rasulullah(s.a) şöyle buyurur:
"Kureyş'ten, Arablara itaat ettirecek bir söz
istiyorum." Yâni onlara itaat ettirecek ve,boy.un eğdirecek. Bu mânâya göre
itaatkâr kavim için
denir.
Nitekim Hâricilerle ilgili Hâdis-i Şerife:
''Okun yaydan çıkışı gibi itaatten
çıkacaklar" buyurulmaktadır.(Hadis, Hâricilerin,
millet mânâsına olan dinden çıkacakları anlamına gelmez. Hz. Ali (r.a)'ye
"onlar kâfir midirler?" diye sorulduğunda Hz. Ali (r.a):
"Küfürden kaçarlar." (Peki), "münafık mıdırlar?" sorusuna
da: "Münafıklar Allah'ı pek az anarlar. Halbuki bunlar sabah aksanı
Allah'ı anıyorlar" dedi. Bu hadisten "Din" kelimesi ile kastedilen
mânânın burada devlet reisine itaat olduğu anlaşılıyor. İbn Esir de en-Nihâye
adlı kitabında, "Dinden maksad itaattir. Yani Hâriciler imama, (devlet
reisine) farz olan itaatten kaçıyorlar ve ondan tamamen uzaklaşıyorlar"
diye açıklamıştır. (Cilt, II, 41, 42)
3) Şeriat, kanun, yol,
mezhep, millet, (din), âdet, taklit. Bu mânâda Araplar derler ki:
"Benim yolum, huyum, suyum budur."
Hayır veya şerden birisi, alışkanlık haline getirildiği zaman da "dane" denir. Hadis-i
Şerifte de,
"Kureyş ve onların âdet ve
yollan üzere olanlar"(VI}tâbiri geçmektedir.Bir başka hadiste,
sözü geçmektedir ki,"Rasulullah (s.a) kavminin dini
üzerinde idi" (VII) demektir. Yani Rasûlullah (s.a) evlenme, boşanma,
miras ve bunlara benzer medenî ve içtimaî hallerde, kavminin geçerli olan örf
ve âdetlerine tâbi oluyordu.
4) Ceza, mükâfat,muhakeme,
hesap. Arap atasözlerinden birinde
" yani "Nasıl yaparsan sana da öyle
yaparlar" denmektedir. Kur'an-ı Kerim de, kâfirlerin
"Biz mi yaptıklarımızın cezasını görüp
hesaba çekileceğiz?" sözünü nakleder. İbn Ömer (r.a)'den rivayet edilen
bir Hadis-i Şerifte Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Sultanlara sövmeyiniz. Eğer mutlaka onlar hakkında bir
şey söylemeniz gerekirse: "Allah'ım! Bize reva gördüklerini sen de
onlara reva gör" deyiniz. (VIII) Yâni onların bize yaptıklarını, sen
de onlara yap demektir. İşte bundan dolayı
kelimesi kadı ve mahkemedeki hâkim mânâlarına
gelir. Bir ihtiyara, Hz. Ali (r.a) hakkında sordular. O da:
-
Peygamberden sonra bu ümmetin en büyük hâkimi idi" cevabını verdi.
KURAN'I KERİM'DE DİN KELİMESİNİN
KULLANILIŞI ve ANLAMLARI
Yukarıda geçen açıklamalardan, din kelimesinin yapı olarak
dört temele dayandığı, diğer bir deyişle Arapça bilen birinin zihninde dört
temel anlam hâlinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Birincisi: Yüce egemenlik sahibinden gelen üstünlük
ve galibiyet.
İkincisi: Egemenlik sahibine boyun eğen kimse
tarafından itaat etmek, tapınmak, hizmetkârlık yapmak.
Üçüncüsü: Suçlar için öngörülen cezalar ya da sınırlar,
kanunlar ve uyulan yol.
Dördüncüsü: Muhasebe, yargılama, cezalandırma veya
mükâfatlandırma.
Araplar din kelimesini, İslâm'dan evvel, çeşit lehçelerine
göre bu mânâda kullanırlardı. Ancak onların bu dört husus hakkındaki
düşünceleri açık, seçik derinlikten mahrum olduğu için, din kelimesinin
kullanılışı karışıklık ve kapalılıktan kurtulamamıştır. Bundan dolayı da, din
kelimesi, sistemli bir düşünceni kavramlarından biri olma şansına sahip
olamamıştı Nihayet Kur'an-ı Kerim nazil olmuş ve bu kelimeyi çeşitli
maksatlarını ifâdeye uygun bulmuş; bu sebeple de onu en açık ve en belirgin
anlamlarıyla kullanmış, kendisine özgü bir kavram haline getirmiştir. Bu bakın
dan "Din" kelimesinin, Kur'an-ı Kerîm'de eksiksiz bir düzeni ifade
ettiği görülür. Söz konusu bu düzen, dört unsurdan meydana gelir ki, bu dört
unsur şunlardır:
·
Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
·
Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
·
Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî
nizam.
·
Bu nizâma uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin
verdiği mükâfaat veya karşı gelmek suretiyle isyan etmeğe
verdiği ceza.
Kur'an-ı Kerim "Din" kelimesini bazen birinci ve
ikinci, bazen üçüncü, bazen da dördüncü mânâda kullanmıştır. Bazen da
"Din" kelimesini kullanır ve onun la bir anda bu dört unsurdan
müteşekkil mükemmel nizamı kasteder. Bunun anlaşılabilmesi için aşağıdaki
âyetlere bakmak gerekmektedir.
Birinci ve İkinci
Anlamıyla Din :
"Allah sizin (faideniz) için yeri bir
karar(gâh), göğü bir bina yapan, size suret veren, sonra suretlerinizi
güzelleştiren, en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. işte Rabbiniz
olan Allah budur. Demek, âlemlerin Rabbi ne güzeldir"."O, daimî
yaşayandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'na dininizde ihlâs ve
samimiyet erbabı olarak dua edin. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah'adır." (Mümin, 64, 65).
"De ki: Ben Allah'a, Din'i O'na hâlis
kılarak, ibâdet etmekle emrolundum Bana, Allah'a teslim olan müslümanların
evveli olmam emredildi." (Zümer, 11-12).
"De ki: Ben Dini'mi O'na hâlis kılarak,
sadece Allah'a ibâdet ederim. Artık siz de, O'nu bırakıp dilediğinize ibâdet
edin.
(Zümer, 14, 15)
"Tâğuttan, ona ibâdetten kaçınıp
da Allah yoluna yönelenler(e gelince): Onlar için de müjde vardır. O halde
kullarımı müjdele." (Zümer, 17).
"Habibim! Şüphesiz Biz, o Kitab'ı sana hak
olarak indirdik. O halde Allah'a Din'i O'na hâlis kılarak ibâdet et.
"Gözünü aç, hâlis din Allah'ındır..." (Zümer, 2, 3).
"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
O'nundur. Din (itaat) de, dâima O'nadır. Böyle iken hâlâ, Allah'tan başkasından
mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 52).
"Şimdi onlar, Allah'ın Dininden başkasını
mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ister istemez O'na
boyun eğmiştir. Nihayette O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âl-i İmrân, 83).
"Halbuki onlar birer muvahhid olup, dini
O'na halis kılarak Allah'a ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından,
zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de budur." (Beyyine, 5).
Bütün bu âyetlerde "Din" kelimesi, yüksek otorite,
bu otoriteye boyun eğme, ona itaati ve kul olmayı kabul etme mânâlarında
kullanılmıştır. Din'i Allah'a has kılmaktan maksat hâkimiyet, hüküm ve emr
konusunda kişinin Allah'tan başkasına boyun eğmemek, Allah'a ihlaslı bir
şekilde kulluk ve itaatte bulunmak, bunun sonucu olarak da Allah'tan başka hiç
kimseye tapınmamak ve hiçbir kimseye başlı başına ve bağımsız şekilde itaat
etmemek demektir.(Bunun mânâsı şudur: Kişinin Allah'tan başkasına itaati,bu kim
olursa olsun. Allah'a itaata bağlı ve O'nun için çizili hudud dahilinde olmalıdır.
Çocuğun babasına, kölenin veya hizmetçinin efendisine ve benzeri itaatler... bu
türdendir. Şayet bu itaat, Allah'ın koyduğu hudutlar içinde oluyorsa (emirler ve
nehiyler) Allah'a itaatin tâ kendisidir. Ancak bu itaat Allah'ın hududunun
haricinde ise veya kendi başına müstakil bir itaatsa bu tam manâsıyla Allah'a
baş kaldırma ve isyan demektir.)
Üçüncü Anlamıyla Din
Kelimesi:
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden
bir şüphede iseniz, iyice bilin ki ben, Allah'ı bırakıp da sizin tapar
olduklarınıza tapmam. Ancak sizin canınızı alacak olan Alla-ha kulluk ederim.
Bana mü'minlerden olmaklığım emredilmiştir" (Yûnus, 104).
"Ve; Yüzünü tevhid dinine döndür; sakın
müşriklerden olma (denilmiştir)." (Yûnus, 105)
"...Hüküm Allah'dan başkasının değildir. O
kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emr eylemiştir. Dosdoğru din işte
budur..." (Yûnus, 40)
"Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi
de O'na boyun eğicidirler" (Rûm, 26).
"O size kendi nefislerinizden bir örnek
getirdi: Sizi mıhlandırdığımız şeylerde, sağ elinizin mâlik olduğu (köleler)
den ortaklarınız olmasını ister de, bu hususta siz (onlarla) müsavi olur,
onları kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız?..." (Rûm, 28).
"Hayır! O zulmedenler bilgisizce kendi
nevalarına tabi oldular..." (Rûm, 29).
"O halde sen yüzünü bir mûvahhid olarak
Din'e, Allah'ın fıtratına çevir ki, O insanları bunun üzerinde
yaratmıştır.Allah'ın yaratışında hiçbir değişiklik olmaz. Bu dimdik ayakta
duran bir Din'dir. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30). (Bu Allah'ın insanı
yarattığı fıtratta, insan yaratmada ve rakını ona ulaştırmada Rab olarak
işlerini görüp gözetmede yüce Allah'a ortak yoktur. Âdemoğluna Allah'tan başka
ilah, melik ve hakiki olarak itaat etmesi gereken hiçbir kimse yoktur demektir.
İnsan için uyulacak en doğru ve tabii yol, kulluğunu yalnız Allah'a tahsis
edip, ondan başkasına itaattan kaçınmasıdır.)
"Zina eden kadınla zina eden erkekten her
birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhirete inanıyorsanız bunlara,
Allah'ın dinini tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın..." (Nur, 2).
"Hakikatte ayların sayısı Allah yanında,
Allah'ın kitabında -tâ gökleri ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır.
Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu en doğru dindir..." (Tevbe, 36).
"...İşte biz, Yûsuf için böyle bir tedbir
kullandık. Yoksa O, kralın dinine göre kendisini (rehin olarak) tutabilecek
değildi." (Yûsuf, 76).
"Bunun gibi onların ortakları (Yani "bunları
yapanlar," Allah'a ilâhlık, hüküm, emir ve kanun koyma hususunda ortak
koşan kimselerdir.) (olan o putların hizmetçileri) müşriklerden bir çoğuna -hem
onları helâka düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini
karmakarışık etmek için (Bu tâbirden maksat, uydurma kanun koyucuların halka, şu günahı
süsleyerek bu yaptıklarının eskinden beri devam ettiğini, bunun İbrahim (a.s)
ve İsmail (a.s)'den miras aldıkları dinden bir kısım olduğu hissini
vermeleridir.)
öz evlatlarını kendi elleriyle öldürmesini hoş göstermiştir. (En'âm, 137)
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği
şeyleri, o fâsid dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan ortakları mı
var?..." (Şura, 21).
"Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 6).
Bütün bu âyetlerdeki "Din" kelimesinden maksat
insanın bağlı bulunduğu kanun, sınır, şeriat (hukuk düzeni), yol, fikrî ve
amelî düzendir.
İster bir kanuna, isterse de bir düzene olsun, eğer kişi
bunlara ilâhî otoriteye dayalı olduklarından dolayı uymakta ise; bu durumda
şüphesiz Allah'ın Din'i üzerindedir. Şayet bu otorite, meliklerden birinin
otoritesi ise, kişi, melikin dini üzerinde demektir. Eğer bu otorite, şeyhler
ve ruhban sınıfının otoritesi ise, kişi onların dini üzerinde demektir. Yine
aynı şekilde bu otorite, ailenin yahut aşiretin ve yahut ümmetin çoğunluğunun otoritesi
ise, kişi şüphesiz bunların dini üzerindedir. Sözün kısası: Eğer bir kimse,
herhangi bir şahsı en üstün dayanak, hükmünü de nihaî hüküm kabul eder ve onun
çizdiği yola ayniyle tâbi olarak, istekleri doğrultusunda hareket ederse,
şüphesiz ki bunu yapan kişi onun dinine, yoluna girmiş demektir.
Dördüncü Anlamıyla Din :
"Şüphesiz ki size va'd olunan şeylerin hepsi,
elbette doğrudur. Şüphesiz ki Din de elbette vâkidir." (Zâriyât, 5, 6).
"Din'i yalan sayanı gördün mü"? İşte
yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur." (Maun, 1-3).
"O din günü nedir? Bunu sana hangi şey
öğretti? O din günü nedir? Tekrar bunu sana hangi şey öğretti. O, öyle bir
gündür ki, hiçbir kimse kimseye, hiçbir şeyle fayda vermeye güç yetire
yemeyecektir. O gün emir yalnız Allah'ındır" (İnfitâr, 17-19).
Bu âyetlerde "Din" kelimesi, muhasebe, yargılama
ve mükâfat verme mânâlarında kullanılmıştır
GENEL TERİM OLARAK DİN
Buraya kadar Kur'an-ı Kerim, "Din"
kelimesini ilk Arapların dilindeki yaygın mânâlara yakın bir anlam da kullanmıştır.
Fakat biz, daha sonra Kur'an-ı Kerim'in bu kelimeyi kapsamlı bir terim olarak
kullandığını, bu terimle her ne olursa olsun, kişinin yüksek bir otoriteye
boyun eğdiği, itaatini ve uyulmasını kabul ettiği, hayatında kanun, kaide ve
sınırları ile bağlı bulunduğu, kendisine itaat etmede büyüklük, mükâfaat ve derecelerde ilerleme
umduğu, isyan halinde de zillet, aşağılık ve kötü sonuçtan korktuğu bir hayat
nizamını kastettiğini görüyoruz. İhtimal ki, dünya dillerinin hiçbirinde bu
anlamı hakkiyle ifade edecek, bu derecede toplayıcı ve kapsayıcı bir terim
yoktur. Aşağı yukarı (state) kelimesi, bu mefhumu karşılayacak durumdadır.
Fakat, "Din" kelimesinin mânâ hudutlarını kap-sayabilmesi için, daha
çok genişliğe muhtaçtır. Aşağıdaki âyetlerde "Din" kelimesi, işte bu
kapsamlı manâsıyla kullanılmıştır.
"Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a (1) ve âhiret gününe (2) inanmayan, Allah'ın
ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, (3) Hak dini din olarak
kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir (olmuş bir halde) kendi elleriyle
cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin." (Tevbe, 29).((1)Allah'a
inanmayan" ifadesi birinci ve ikinci mânâlardadır 2-Âhiret gününe inanmayan"
ifadesi dördüncü mânâdadır 3-Allah'ın ve Peygamberi'nin haram ettiği şeyleri
haram tanımayan" ifadesi, üçüncü mânâdadır)("Hak din" ifadesi
ise, bütün mânâları kapsamaktadır)
Bu ayetteki
"Hak Din" tâbiri, ilk üç cümlede,
mânâlarını bizzat bu terimin koyucusu olan Allah (c.c.) tarafından açıklanan ıstılâhî bir tâbirdir. Biz de
dipnotlarda verdiğimiz izahlarla Allahu Teâlâ'nın bu âyette din kelimesini dört
mânâda kullandığını, sonra da bu dört mânâyı
tabiri
ile karşıladığını belirttik.
"Firavun "Bırakın beni dedi, Musa'yı
öldüreyim; varsın Rabbine yalvarsın! Çünkü Ben O'nun, dininizi
değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum." (Mümin, 26)
Kur'an-ı Kerim'deki, Hazret-i Musa ile Firavun
kıssasına ait tafsilat gözden geçirildiğinde, bu âyetlerde din kelimesinin
sadece dindarlık ve itikadı fırka mânâsına gelmeyip, aynı zamanda bu kelime ile
devlet ve medeniyet düzeni de kastedildiği, şüphesiz olarak ortaya çıkar. Zaten
Firavun'un da korktuğu ve açıkça söylediği husus şuydu: Eğer Hazret-i Musa
(a.s.) bu davetinde muvaffak olursa, devlet el değiştirecek; Firavunların
hakimiyetine, yürürlükteki örf ve kanunlara dayalı hayat nizamı, kökünden
sökülecektir. Sonra da; ya değişik temellere dayalı bir başka nizam hakim
olacak veya o’nun yerine herhangi bir nizam hakim olmayacak, bütün memleketi
bir anarşi ve karışıklık kaplayacaktır.
"Hak Din Allah indinde İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 19).
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan
bu (din) asla kabul olunmaz..." (Âl-i İmrân, 85)
"O, Resulünü hidâyetle, Hak Din ile, sırf o
Din'i her dine galip kılmak için gönderendir. İsterse müşrikler hoş
görmesin" (Tevbe, 33).
"Yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya ve Din
tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar, onlarla muharebe edin..." (Enfâl, 39).
"Allah'ın yardımı ve fetih gelince,
insanların grup grup Allah'ın dinine girdiklerini görünce,
hemen Rabbini hamd ile teşbih ve tenzih et. O'nun y ar Ilgamasını iste.
Şüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul
edendir." (Nasr, 1-3).
Bütün bu âyetlerdeki "Din" kelimesi ile kastedilen
mânâ, ameli, ahlâki, fikri, itikadî... her cephesini içine alan kapsamlı ve
mükemmel bir hayat nizamıdır.
Allah ilk iki âyette, kendi nazarında arzu edilen doğru
hayat nizâmının Allah'a itaat ve kulluk esasına dayalı bir nizâm olduğunu
açıklıyor. Allah'tan başka bir otoriteye itaat üzerine kurulan diğer nizâmlara
gelince, onlar Allah katında makbul değildir. Zaten bu nizâmların, tabiatları
icâbı makbul olma imkanları da yoktur. Çünkü bu, insanın Allah'ın kulu, kölesi
ve O'nun mülkünde ancak bir tabi oluşundandır. Bunun için insanın, Allah'tan
başka bir otoriteye kulluğu veya Allah'ın dışında bir varlığa tâbi olması kabul
edilemeyecek bir durumdur.
Üçüncü âyette Allah (c.c) Rasûlünü (s.a) insan hayatı için
bu doğru Hak Nizâm'ı kurmak üzere gönderdiğini ve risaletinin gayesinin, bu Nizâm'ı
diğer nizamlardan üstün kılmaktan ibaret olduğunu açıklamaktadır.
Dördüncü âyette Allah, (c.c.) İslâm dinine inanan müminlere
fitne yok edilinceye, diğer bir tabirle Allah'a isyan esası üzerine kurulan
bütün nizamlar yok edilinceye, bütün kulluk ve itaat nizamı sırf Allah için
oluncaya kadar, yeryüzündekilerle savaşmayı ve bundan hiçbir suretle
vazgeçmemeyi emretmektedir.
Son olarak beşinci âyette ise Allahu Teâlâ, Peygamberi'ne
(s.a.) yirmi üç senede devamlı bir mücadele ve çalışmadan sonra, İslâm'ın
bilfiil bütün boyutlarıyla iktisâdi, siyâsî, içtimaî, tâlimi, ahlâkî, fikrî ve akîdevî bir nizam olarak
oluştuğu, İslâm devriminin tamamlandığı ve Arap Yarımadası'nın her tarafından
gelen çok sayıda topluluğun bu nizâma dahil olduğu sırada -ki Peygamber,
gönderilmiş bulunduğu risâlet vazifesini yerine getirmiş idi- O'na şöyle hitab
etti: "Senin risâletinde gerçekleşmiş bu büyük
işi kendi çalışmanla olmuş zannetme; o takdirde aldanırsın. Ancak noksanlıktan
ve ayıptan münezzeh, kemâl sıfatı ile benzersiz olan senin Rabbin, bunu
gerçekleştirendir. Öyle ise O'nu hamd ile tesbih et ve son derece mühim olan bu
işi yapmanda seni muvaffak kıldığından dolayı şükret ve O'ndan şunu dile: Yâ Rab! Senin hizmetini
ifa etmekle görevli bulunduğum yirmi üç sene zarfında, yapmam gereken şeyler
hususunda olabilir ki benden kusurlar ve hatalar sâdır olmuştur; beni
affet!"
Dualarımızın sonu: "Hamd, âlemlerin Rabbi
içindir."
KİTAPTA GEÇEN HADİSLERİN KAYNAĞI
(I) s. 34, Abdullah b. Ömer (r.a.) Hadisi.
Hadisin Kaynağı: Müsned'in Ahmed Muhammed Şâkir neşrinde 5414 no'lu
hadis. İsnadı sahihtir. Müsned'in bir başka yerinde (rakam, 5608) şu
lafızla gelmektedir:
Rasulullah (s.a.) ''Gökler de, O'nun kudretiyle toplanıp
dürülmüşlerdir. O, müşriklerin kendisine tutmakta devam ettikleri ortaklardan
münezzehtir; çok yücedir" (Zümer, 67) âyetini minber üzerinde okudu ve:
"Allahu Teâlâ, Ben Cebbarım; Ben Mütekebbirim; Ben her şeyin sahibi; Ben
her şeyden üstün olanım, buyuruyor'" dedi.
Müslim, bu hadisi (VIII, 126) İbnu Ömer'den diğer bir
şekilde rivayet eder; onun sözleri de bu kitabın sözlerine yakındır. Şöyle ki:
Aziz ve celil olan Allah kıyamet gününde gökleri dürer; sonra
onları sağ eline alır; sonra şöyle buyurur: Ben her şeyin sahibiyim. Hani
cebbarlar nerede? Büyüklenenler nerede? Sonra da arzı sol eliyle dürer ve: Ben
her şeyin mâlikiyim. Hani cebbarlar nerede? Büyüklenenler nerede? buyurur.
(l)Bu eki, Şam’ın büyük hadis âlimlerinden Nâsıru'ddin el-El-bâni
hazırlamıştır. Biz bu eki, hadislerin geçtiği sayfaların altına dağıtmak
istiyorduk. Sonra hadislerin sayfa numaralarının işaret edildiğini görünce,
kitabın sonuna eklemeyi uygun bulduk. (Arapçaya çevirenin notu).
Buharî bu hadisi (XIII,
337-Fethu'l-Bâri) İbnu Ömer'den üçüncü bir yolla muhtasar olarak rivayet eder. Ebû Dâvud ise (II, 278) tamamım
rivayet eder. Yalnız "sol eliyle" tâbirine karşılık, "diğer
eliyle" tabirini kullanarak rivayet etmiştir. Bu rivayet "Allah'ın
iki eli de sağdır" hadisine uygundur. Bunun için Beyhakî, -Hafız' in (İbn Hacer'in naklettiğine göre-
"sol eliyle" lâfzının şaz olduğuna işaret etmiştir.
(II) s. 90, "Dil yönünden araştırma"
kısmında geçen hadis. Bu Lisânü'l-Arab'da mevcut olandan daha
kısadır.
Hadis-i Şerifte: "Üç kişi var ki ben onların hasmıyım:
Onlardan birincisi, hür bir kimseyi köle edinen adamdır."
Hadisin Kaynağı: Bu hadisi bu lâfızlarla görmedim. Bilâkis
biri sahih, diğeri zayıf iki hadisin karışmasından meydana gelmiştir.
Birincisi, Ebu Hüreyre (r.a.) Peygamberimiz
(s.a)den: "Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: Üç kişi var ki kıyamet gününde ben
onların hasmıyım. Bir adam ki benim adıma (söz) verir sonra cayar: İkincisi,
hür bir kimseyi satıp parasını yer: Üçüncüsü, ücretle bir işçi tutup işini
gördürdüğü halde ücretini ödemez" (Buhâri, IV, 331, 353, 354).
İbn Mâce ve Tahâvi de Müşkilü'l-Âsâr'da rivayet eder.
İkincisi, Abdullah b. Amr'dan merfûan: "Üç kişi var ki;
Allah onların namazını kabul etmez: İstemedikleri halde bir kavme imam olan;
vakti geçtikten sonra namaza gelen; hür bir insanı köle
edinen." Ebû Davud, (I, 97; İbnu Mâce, I, 307; Beyhaki, III,
128). de rivayet etmişlerdir. Senedi zayıftır. Kavileri arasında Abdurrahman b.
Ziyad el-İfriki, şeyhi İmran b. Abdil-Meafiri den rivayet ediyor ki,
ikisi de zayıftır. Bunun için Nevevi şöyle der: “Bu zayıf bir hadistir “.Bu
hükmü Beyhaki daha önce vermiştir. Lakin birinci rivayet, Ebu Davud’un Sünen’inde sahih bir isnad ile gelen diğer hadislerle
sıhhat kazanmıştır.Diğer rivayet ise, yani (kitapta gösterildiği şekliyle)”hürr’ü köle edindi ye vakıf
olamadım.(Dil yönünden araştırma konusunda söz konusu edilen bu ve benzeri
hadisleri –ki içinde zayıf olanları da vardır-üstad Mevdudi,dini bir hüküm
veya nazariyeyi açıklamak için değil de,lügat alemlerinin herhangi bir söze
delil getirdikleri gibi,kitabında zikrettiği terimleri açıklamk için,lügat
kitaplarından doğrudan doğruya nakletmiştir.Bu ise,hadislerde aranan sıhhat
durumu hilafına yadırganmayan bir husustur.Üstad Mevdudi’nin,İslam’ın görüşünü
açıklamak delil olarak kullandığı hadislerin ise,bu ekte görüleceği üzere
de hepsi sahihtir.
(III)s.108,”il yönünden araştırma” mevzuunda gelen
hadis. Peygamberimiz’in hadisinde belirtilmiştir ki,”Akıllı o
kimsedir ki nefsine hakim olup onu zelil kılar ve ölümden sonrası için amel
eder.”
Hadisin Kaynağı:Tirmizi ,III, 305;İbnu mace, II, 565;Hakim,I,
57;Ahmed b. Hanbel,IV, 124;Ebu Bekir b. Meryem’il Gassani, Hazma b.Hubeyd den o da şeddad b. Evsden merfuan rivayet etmişlerdir
Tirmizi hasen hadis demiştir.Hakim Buharinin şartına göre sahihtir
demiş,fakat Zehebi şu sözü ile cerh etmiştir:Ben derim ki
hayır!Vallahi Onu Ebubekir rivayet etmiştir ve bu hükümde de isabetlidir.
(IV) s.108 Dil yönünden araştırma konusunda geçen
hadis.A’şa’ıl-Hırmazinin Resulullah(s.a.v)’ı
övdüğü beyti:Ey insanların efendisi ve Arapların yöneticisi!
Hadisin Kaynağı: İmam Ahmed b.
Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsnedi üzerine yazdığı Zevâid'te (rakam, 6885-6886)
birisi zayıf, diğerinde ise sîkâ (güvenilir râvi) olduklarını sadece İbnu Hibban'ın kabul ettiği iki kişi,
iki senetle rivayet etmiştir. Alimlerce şu bilinmektedir ki, İbnu Hibbân râvilerin sîkâ olup
olmadıklarına hükmetmek hususunda fazla titiz değildir. Nitekim Hafız İbn Hâcer de, Lisânu'l-Mizan Mukaddimesinde
bunu belirtmektedir. Bununla beraber, Müsned üzerindeki bu muallak
isnadı, üstâd Ahmed Muhammed Şakir, bu ve başka neşirlerinde
kullandığı kaideleri ile, diğer araştırıcı âlimler hilâfına İbn Hibban'ın tevsikine itimat ederek
sahih kabul etmiştir.
(V) s. 109, "Dil yönünden araştırma"
mevzuunda geçen hadis. Bu hadis Hâriciler hakkındadır: "Okunyaydan çıkışı gibi dinden
çıkacaklardır."
Hadisin Kaynağı: Buharî, XII, 238-254; Müslim, III, 109-117. Bu hadis,
sahabeden bir cemaat tarafından müteaddid yollarla rivayet
edilmiştir. Ali b. Ebû Tâlib, Ebû Said'il-Hudrî, Abdullah b. Ömer
(r.a.) bu rivayet eden cemaattandırlar.
(VI) s. 109, "Dil yönünden araştırma"
mevzuunda geçen hadis. "Kureyş ve onların âdet ve yollan üzere olanlar."
Hadisin Kaynağı: Bu Âişe (r.a.)'nın rivayet
ettiği hadislerdendir. Hz. Âişe (r.a.) şöyle dedi: "Kureyş ve onun dinini
kabul edenler, Müzdelife'de duruyorlardı. Onlar bu hareketlerini
kahramanlık ve dine aşırı bağlılık olarak isimlendiriyorlardı. Diğer Araplar da
Arafat'ta duruyorlardı.
İslâm gelince Allah, Nebisi Muhammed (s.a.)'e Arafat'a
gelerek orada durmasını sonra oradan dönmesini şu âyeti ile emretti:
"Sonra insanların elbirlik döndüğü yerden siz de dönün..."
(Bakara, 199)
Bu hadisi Buhârî, VIII, 150; Müslim, IV, 43; Bey-hakî, V, 113 ve
diğerleri rivayet etmişlerdir.
(VII) s. 109, "Dil yönünden araştırma"
mevzuunda geçen hadis: "Rasulullah (s.a.) kavminin dini üzerinde idi"
Hadisin Kaynağı: "Onu, elimin altındaki kaynakların
hiçbirinde bu lafzı görmedim; ancak onu İbnu Esir, en-Nihâye adlı kitabında,
"din" konusunda senedini zikretmeden ve kaynak göstermeden
nakletmiştir. Zaten onun bu kitaptaki âdeti de budur.
İbnu Sâd et-Tabakatü'l-Kübrâ, I-126'da Süddî'den sahih bir senetle
"Seni çocukluğunda kaybolmuş bulup da, yolunu doğrultmadı mı?"
âyetini açıklarken rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Kırk yıl kavminin
yaşayışı üzerinde idi." Bu zayıf ve mu'dal bir isnattır. Çünkü
Rasulullah (s.a.) ile Süddî arasında uzun seneler geçmiştir. Sonra onun münkerliği açıktır. Bunun için
sözü uzatmaya da lüzum yoktur. Mezkur âyetin tefsirine en yakın söz, Cenab-ı Hakk'ın şu âyetidir:
"İşte biz, sana da Habibim böylece emrimizden bir ruh
vahyettik. Halbuki vahiyden evvel kitap nedir; iman nedir, sen bilmezdin. Fakat
biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidâyet
ederiz..." (Şuarâ, 52).
(VIII)s. 110, "Dil yönünden araştırma"
mevzuunda geçen hadis. İbnu Ömer (r.a.) den rivayet edilen bu hadis-i şerifte,
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurur: "Sultanlara sövmeyiniz.Eğer mutlaka onlar
hakkında bir şey söylemeniz gerekirse: "Allah'ım! Bize reva gördüklerim
sen de onlara reva gör deyiniz."
Hadisin Kaynağı: Bu hadisi İbnu'l-Esir'in, en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis'inden başka bir
yerde görmedim. Bu hadisi, İbn Amr'dan nakletmiştir. İbnu Ömer (r.a.) hadisine
gelince, onu şeyh İsmail el-Aclûnî Keşfu'l-Hafâ, I, 456'da diğer bir
lafızla nakletmiştir ve orada müellifin delil göstermek üzere zikrettiği ifâde
de yoktur.
Allah en iyi bilendir...